Sahip oldukları işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyine göre aralarında önemli farklılıklar görülse de, üretim araçlarının özel mülkiyetine ve artık değer sömürüsüne dayalı bütün toplumlarda “kronik” hastaların bakımı, toplumun değil, sermayenin gereksinimlerine göre örgütlenmiş olan sağlık sistemlerini zorlar. Bu durum çocukluk çağı diyabeti için daha da belirgindir. Kapitalist sağlık sistemleri çoğu kez “emekçilerin” diyabetik çocuklarının gereksinimlerine yanıt veremez ve ailelerini kaderleriyle baş başa bırakır.
ÇOCUKLUK ÇAĞI DİYABETİ
Kapitalist toplumlarda sağlık sistemleri, hekimlerin hastalarına teşhis koyduktan sonra bir tedavi planlayacakları, zaman zaman kontrole çağırıp, tetkikler isteyip, gerekirse tedavi planında değişiklikler yapacakları “beklentisine” veya biyomedikal paradigmaya göre örgütlenmiştir. Daha stabil durumlarda işleyen bu model, “çocukluk çağı diyabeti” (ÇÇD) gibi kronik durumlarda hiçbir işe yaramaz. Bunun nedeni çocukluk çağı diyabetinin çok “dinamik” bir tedavi gerektirmesidir ve kapitalist tıp rutin işleyişinde bu dinamizme yanıt veremez.
Her şeyden önce ÇÇD tedavisinde kullanılacak temel ilaç olan insülin seçimi birçok değişkene bağlıdır: hekimin çocuğun yaşı, kilosu gibi biyolojik değişkenler yanında, ailenin sosyoekonomik durumunu da (sosyal değişken) dikkate alması gerekir. Dahası günlük insülin gereksiniminin bireyden bireye önemli farklılıklar gösterebilmesi nedeniyle, ÇÇD tedavisi sözcüğün tam anlamıyla “bireye” özgü ve “günü gününe” planlanır. Sürekli olarak kan şekeri ölçülür ve çocuğun o günkü hareketliliği, ne yediği dikkate alınarak doz belirlenir.
Buraya kadar anlattıklarımızdan, ÇÇD’nin ya ömür boyu hastanede ve sürekli hekim kontrolünde izlenmesinin, ya da bu süreçlerin her birinde farklı görevleri olan bir “diyabet ekibi”, aile ve çocuk okula gidiyorsa öğretmenin yakın işbirliğinin gerektiğini tahmin etmek için sağlıkçı olmak gerekmez.
ÇÇD, içinde “en azından” diyabet hemşiresi, diyetisyen ve psikologdan oluşan bir “ekip” tarafından, ailesiyle (okula gidiyorsa öğretmeniyle) işbirliği içinde ve çok yakından izlenmesi gereken, eğitimin tedavinin ayrılmaz bir parçası olduğu bir durumdur ve hekimin “tek başına” yapabilecekleri çok sınırlıdır. Oysa geleneksel olarak “solo practice” temelli olan kapitalist tıpta, zorunlu olarak böyle bir ekip kurulsa bile, ekip kapitalist toplumun “güç ilişkilerinden” (mesleki hiyerarşi) bağışık olamayacağı için gerçek bir “ekip çalışması” kolay yürütülemeyecektir.
Yukarıda hekimin tedaviyi planlarken “ailenin sosyoekonomik durumunu da” dikkate alması gerektiğini belirttik. Bu tamamen kapitalist toplumlara özgü bir durumdur. Bir insanın gereksinim duyduğu sağlık hizmetlerinden yararlanabilmesi için yalnızca “yurttaş” olmasının yeterli olduğu sosyalist toplumlarda hekimler reçete yazarken bu tür kaygılar taşımaz. Oysa kapitalist toplumlarda hiçbir sigorta, (ister kamusal, isterse özel olsun) tek bir poliçeyle bütün sağlık giderlerini “asla” karşılamaz. Hatta çoğu kez “tamamlayıcı” sigortalar dahi yeterli olmaz. Her zaman hastanın elini cebine atması gereken bir durum çıkacaktır ve hekim bunu dikkate almak zorundadır.
Bir örnek verelim. ÇÇD’nde de sürekli glikoz kontrolü yapabilen (continuous glukose monitoring – CGM) cihazlar vardır ve bu cihazlar sayesinde tedavi hem kolaylaşmakta hem de başarı artmaktadır. Fakat “sürpriz!”, SGK ne bu cihazın, ne de birlikte kullanılan sensörlerin parasını karşılamamaktadır. Bunun gibi birçok örnek vermek mümkün, fakat maksadın hasıl olduğunu tahmin ediyorum.
TÜRKİYE’DE DURUM
Bütün kapitalist ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de sağlık sorunu olduğunda “elini cebine atabilenler” için hiçbir sorun yoktur. Hatta bu kesimler gereksindikleri hizmeti Türkiye’de bulamazlarsa, yurt dışına da gidebilirler. Toplumun geri kalanı ise zaman zaman ekranlarda öykülerini üzülerek izlediğimiz sıkıntıları yaşar.
Türkiye’de ÇÇD konusunda uzman 200’e yakın pediatrik endokrinoloji uzmanı vardır ve ülkemizin ÇÇD insidansı (on binde 1) dikkate alındığında, “genel” olarak hekim sıkıntısı yok görünmektedir. Ancak bu hekimlerin “illere dağılımına” bakıldığında tablo değişmektedir. Kapitalist toplumlarda geçerli olan “eşitsiz gelişim” yasası nedeniyle, hekimler de diğer her şey gibi “paranın” yoğunlaştığı yerlerde yoğunlaşmakta, 31 şehirde 73 çocuk endokrinolojisi merkezi varken, diğer şehirlerde hekim dahi bulunmamaktadır.
Ancak anımsanacağı gibi ÇÇD tedavisinin “ekip” işi olduğunu ve ekipte en azından diyabet hemşiresi, diyetisyen ve psikolog bulunması gerektiğini belirtmiştik. Bu konuda ciddi sıkıntılar vardır ve ÇÇD tedavisinde eğitim almış ve deneyimli hemşire, diyetisyen ve psikolog bulmak, neredeyse çocuk endokrinolojisi profesörü bulmaktan daha zordur. Elbette bu durum da kapitalist üretim tarzının ve istihdam politikalarının bir sonucudur.
Türkiye’de ÇÇD tedavisinin etkinliği, HbA1c düzeyi üzerinden bakıldığında, “kağıt üzerinde” metropol kapitalist ülkelerden biraz kötü görünmektedir. Ancak Türkiye’nin istatistik bilimiyle arasının çok iyi olmadığını, örneğin TÜİK’in çeşitli konularda yayınladığı raporlardan bildiğimizden, bu veriye biraz kuşkuyla yaklaşıyoruz.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen Türkiye’de de, soruna “toplumcu” perspektiften yaklaşarak, ÇÇD tedavisinde başarılı olan merkezler vardır. Örneğin Düzce Üniversitesi Çocuk Diyabet Merkezi (DÜÇDM) geçtiğimiz hafta Almanya merkezli SWEET inisiyatifi tarafından sertifikalandırılmıştır. Dünyada yalnızca 63 merkezin sertifikalandırıldığı (işbirliği merkezi olarak) düşünüldüğünde, bu önemli bir başarıdır. DÜÇDM Türkiye’de Ege Üniversitesi’nden sonra bu sertifikayı alan ikinci merkez olmuştur.
Prof. Dr. İlknur Arslanoğlu, Çocuk Diyabet Merkezi ekibinde kendisiyle birlikte yalnızca bir sosyal hizmet uzmanı, bir diyabet hemşiresi ve yarım zamanlı bir diyetisyen bulunduğunu belirtmektedir. Açıkçası bu sertifikaya sahip diğer 63 merkez içinde, ekibindeki personeli bu kadar “yetersiz” başka merkez var mıdır bilemiyorum. Fakat sertifikaya esas olan raporu hazırlayan SWEET ekibinin, raporunda Düzce Üniversitesi’ne “diyabet hemşiresi ve diyetisyen sayısının arttırılması” tavsiyesinde bulunması boşuna olmasa gerek.
Bunlarla “toplumcu tıbbın” ilişkisinin ne olduğunu sorarsanız, Merkez’in çalışma tarzına bakmamız gerekir. Prof. Dr. İlknur Arslanoğlu, Merkez’in çalışma tarzı hakkında bilgi verdiği “A la recherce des enfants perdu” başlıklı makalesinin “Sosyal Destek” bölümünde, teşhisten sonra maddi güçlükler nedeniyle kliniğe gelemeyen (tedaviye devam edemeyen) aileleri kendilerinin arayıp bulduğunu ve izlemleri sürdürebilmek için yol parası ve beslenme masraflarını karşılamak için bir örgüt kurduklarını (Düzce Çocuk ve Genç Diyabetliler Derneği) belirtiyor.
Merkezin çabaları arasında “görevleri olmadığı halde” kendi inisiyatifleriyle ve çoğu kez masrafları ceplerinden karşılayarak diyabetli çocuklar için yaz kampları ve eğitim etkinlikleri düzenlemek de var. Bunların hepsi, yazımızın başında belirttiğimiz “kapitalist tıbbın sınırlarını” zorlayan, aşan uygulamalar. Gezici Diyabet Ekibi projesi ise neredeyse halk sağlığında “aktif sürveyans” denen, sağlık emekçilerinin deyim yerindeyse dışarıda “hasta aradıkları” bir program. Son olarak Merkez’in 2014 yılında düzenlediği “Diyabetliler için Diyabet Kongresi” konuşmacıları arasında çok sayıda diyabet hastası olmasıyla dikkat çekiyor.
Böyle örnekler “emekçilerin” sağlık sorunlarının çözümünde toplumcu yaklaşımın kapitalist tıbba üstünlüğünü sergilemek bakımından önemli, fakat kapitalist bir toplumda kaç İlknur Arslanoğlu çıkabilir, kaç emekçi çocuğuna derman olabilir? Yukarıda belirttiğimiz gibi hayat elini cebine atabilenlere güzel, fakat emekçiler hayatı kendileri ve çocukları için güzelleştirmek istiyorlarsa kapitalist düzene, özel mülkiyete ve sömürüye son vermek zorunda.
Akif Akalın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder