Kuşkusuz bir soruna birçok açıdan bakılabilir,
fakat sorunlara “tarihsel ve toplumsal” bir mercekten bakmak, sorunun “kalıcı”
çözümü için en akılcı olanıdır.
Öncelikle tarihsel bir yaklaşım
içinde, hekimlik yaparken hikaye alır gibi, “ne zamandan beri” sorusunu
sormalıyız. Sağlık emekçilerine yönelik şiddet ne zamandır bu boyutlara ulaştı?
Sonra, bu tarihsel süreçte toplumsal
yaşamda bu olaylarla ilişkili olabilecek değişimleri incelemeliyiz. Hekimlik
yaparken birtakım tetkikler istemiyor muyuz?
Çözümün ipuçları aslında hekimlerin hastalarını muayene ederken kullandıkları bilimsel yönteme çok benzeyen bu yaklaşımla kolayca bulunabilir.
SAĞLIKÇIYA ŞİDDET EPİDEMİSİ (SALGINI)
Literatüre baktığımızda, sağlık emekçilerine
yönelik şiddet vakalarının, tarihte “ilk” kez 2000’li yılların başlarında,
“epidemi” (salgın) olarak tanımlandığını görüyoruz.
Kuşkusuz 21. yüzyıldan önce de
ülkemizde ve dünyada sağlık emekçilerine yönelik şiddet
olayları yaşanıyordu, fakat son 20 yılda yaşanan olaylar, önceki
dönemlerdekilerden hem nicelik, hem de nitelik bakımından ciddi farklılıklar
gösterdiğinden, yazarlar günümüzde yaşanan olayları “salgın” olarak değerlendiriyorlar.
Pubmed üzerinden sağlık emekçilerine yönelik
şiddet konusunu ele alan makaleler tarandığında, 1970 – 1979 yılları arasında
bu konuda yılda ortalama 2,3 (10 yılda 23), 1980 – 1989 yılları arasında yılda
ortalama 10,1 (on yılda 101) makale yayınlandığı görülüyor.
1990’lı yıllarda ise sağlıkta şiddeti
konu alan makale sayısı 391’e fırlıyor (yılda ortalama 39,1). 2000’li yıllarda
konu, neredeyse tıbbi sorunlarla yarışır hale geliyor ve yalnızca 2016 yılında
saygın tıp dergilerinde sağlık emekçilerine yönelik şiddetle ilişkili 248
makale
yayınlanıyor.
Bu süreçte ülkemizde ve dünyada
sağlık emekçilerine yönelik şiddet olayları yalnızca vaka sayısı bakımından
artmıyor, şiddetin düzeyi de giderek yükselerek, ölüm veya sakatlıkla
sonuçlanan ciddi saldırılar yoğunlaşmaya başlıyor. Özellikle silahlı
saldırılarda ABD başı
çekerken, bu ülkede geçtiğimiz 15 yılda 97 sağlık emekçisi şiddet olaylarında
yaşamını yitiriyor.
SORUNUN BÜYÜKLÜĞÜ
Sağlık Bakanlığı’nın sağlık kuruluşlarımızda
14 Mayıs 2012 – 1 Nisan 2018 tarihleri arasında 68 bin 375 şiddet vakasının
“kayıtlara geçtiğini” (buzdağının görünen kısmı) açıklaması,
sorunun büyüklüğünü anlamamıza yetiyor. Bu vakaların yüzde 30’unda sağlık
çalışanları “fiziksel” şiddete maruz kalmış.
2013 – 2017 yılları arasında Devlet hastanelerinde
görev yapan 25 bin 481 ve Eğitim ve Araştırma hastanelerindeki görev yapan 15
bin 970 sağlık emekçisi fiziksel ve sözlü şiddete uğramış.
Daha da korkunç olan, şiddet olaylarının
bir bölümünün sağlıkçıların yaşamını yitirmesiyle sonuçlanması. Göksel Kalaycı,
Ersin Arslan ve Kamil Furtun cinayetlerinin anıları henüz çok
taze.
NE OLDU DA İNSANLAR SAĞLIKÇILARA
SALDIRMAYA BAŞLADI?
Yirminci yüzyılın son çeyreğinde sağlık
emekçilerine yönelik şiddet olaylarının artmaya başlamasıyla, bu döneme damgasını
vuran sağlıkta “piyasalaşma” sürecinin örtüşmesi tesadüf değildir.
Avrupa’da işçilerin ve emekçilerin 19.
yüzyılın ikinci yarısında “herkese eşit, ücretsiz sağlık” sloganıyla yürüttükleri
“sağlık hakkı” mücadelesi, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde meyvelerini
vermeye başlamış, özellikle Ekim Devrimi’nden sonra kapitalist ülkelerde Sağlık
Bakanlıkları örgütlenerek, devletler yurttaşlarının sağlığı konusunda
sorumluluk almaya başlamışlardı.
İkinci Paylaşım Savaşı sonrası dünya coğrafyası
değişerek, dünyanın üçte biri kapitalist boyunduruktan kurtulduğunda,
kapitalist ülkelerde sermaye, egemenliğini koruyabilmek için
emekçilere daha fazla taviz vermek zorunda kalmış, bu dönemde Türkiye de içinde
birçok ülkede sağlık hizmetleri “sosyalleştirilmiş” ve Ulusal Sağlık Hizmeti örgütlenmişti.
20. yüzyılın son çeyreğine girilirken
dünyada işçi sınıfı hareketi geri çekilmeye başlamıştı. Bu çekilmeye paralel olarak
saldırganlığını arttıran sermaye, 1990’larda sosyalizmin çözülmesinden yararlanarak,
neoliberal politikaları yürürlüğe koymuş ve bu politikaların bir parçası olarak
sağlıkta 1920’lerden beri emekçilere verilen bütün tavizler, sağlık
özelleştirilerek ve piyasalaştırılarak geri alınmaya başlamıştır.
Sağlıkta özelleştirme ve piyasalaştırma
girişimlerinin başladığı 1980’li ve 1990’lı yıllarda, saygın tıp dergilerinde
sağlıkta şiddeti ele alan makale sayısının aniden “beşe
katlanması” tesadüf olamaz.
SAĞLIKTA PİYASALAŞMA İLE ŞİDDET
ATBAŞI GİDİYOR
ABD Emek İstatistikleri Bürosu, 2010 yılında
sağlık emekçilerine yönelik 11.370 şiddet olayının gerçekleştiğini, bu rakamın
2009 yılına göre yüzde 13’lük bir artışı ifade ettiğini bildirirken, sağlık
emekçilerinin örgütleri, bu rakamların yalnızca “rapor edilen” vakaları yansıttığını,
şiddet olaylarının çoğunun rapor edilmediğini açıklıyordu. Bir yandan şiddet
olaylarının sayısı artarken, olaylar içinde “fiziksel” şiddet oranı da hızla
yükseliyor ve 2014 yılında 27 sağlık emekçisi yaşamını yitiriyordu.
ABD Mesleki Sağlık ve Güvenlik İdaresi,
2016 yılında yayınladığı bir raporda, sağlık emekçilerine yönelik şiddetin,
işyerlerinde görülen şiddet olaylarının ortalama 4 katına ulaştığını bildiriyordu.
İnşaat, imalat ve perakendecilik sektörlerinde fiziksel şiddete
maruz kalan emekçi sayısı onbinde 2’nin altındayken, sağlık sektöründe bu oran
onbinde
7,8’e ulaşıyor.
ABD’de 2000’li yılların, hükumetlerin
Medicare ve Medicaid kapsamında sunulan hizmetlerde büyük kısıntılara gittiği yıllar
olduğu bir sır değil. Obama 2009 yılında Amerikalı yoksullara sağlık güvencesi
vaadiyle başkan olmuş, fakat daha sonra vaatlerinin altının boş
olduğu ortaya çıkmıştı.
Kanada’da da durum ABD’den çok farklı
değil. 2000’li yıllarda iktidar Muhafazakar Parti ve Liberal Parti gidip gelirken,
Kanada sosyalleştirmesi büyük darbeler aldı ve sağlıkta görülmemiş bütçe
kısıntıları yaşandı. Bu dönemde kamu – özel ortaklıklarıyla başlayan sağlıkta
özelleştirme ve piyasalaştırma gayretlerinin sonuçları, 2017 yılında Ontario
Sağlık Bakanlığı tarafından yayınlanan “Sağlık sektöründe işyerinde şiddetin önlenmesi”
başlıklı raporda kendisini gösterdi: “Sağlık sektörü Kanada’da şiddetin en çok
görüldüğü sektördür”.
İngiltere’de 2000’li yılların başında
yapılan İngiltere Suç Araştırması, İngiliz sağlık emekçilerinin, şiddete uğrayan
emekçiler arasında güvenlik görevlilerinden sonra ikinci sırada yer aldığını
ortaya koymuştu. Araştırma, İngiltere’de bir hemşirenin fiziksel şiddete maruz
kalma olasılığının, diğer emekçilere göre 4 kat daha yüksek olduğunu
belirtiyordu. Sağlık emekçilerine şiddet vakaları hızla yükselerek, 2014
yılında 68.683’e ulaştı. Bu sürecin İngiltere’de Ulusal Sağlık Sistemi’nin (NHS)
yok edilmesi süreciyle örtüşmesi tesadüf olabilir mi?
Çin’de sosyalizmden kapitalizme geçiş
süreci, diğer sosyalist ülkelerde olduğundan çok farklı bir yol izledi. 1980’lerden
sonra Çin’in ekonomisini piyasaya açmasından sağlık hizmetleri de
etkilendi ve geleneksel sağlık komünleri dağılmaya başladı. Büyük şehirlerinde devasa
özel hastanelerin boy göstermeye başladığı Çin’de, sağlık emekçilerine yönelik
şiddet olaylarında 2000 yılından beri yılda ortalama yüzde 11’lik bir artış
görüldüğü ve bu olaylarda yalnızca 2012 yılında 7 sağlık emekçisinin yaşamını
yitirdiği belirtiliyor.
Örnekler daha da arttırılabilir.
İtalya’da 2012 yılında yapılan çeşitli çalışmalarında “yıl içinde” fiziksel
şiddete maruz kaldığını ifade eden emekçilerin oranı yüzde 11 ile 25 arasında
değişiyordu. Güney Afrika’da yapılan bir araştırma, yıl içinde sağlık
emekçilerinin yüzde 61,9’unun işyerinde şiddete maruz kaldığını gösterdi.
Fiziksel şiddet olaylarının yüzde 67,4’ü kamu sektöründe gerçekleşmişti.
Avustralya’da 2016 yılında sağlık kurumlarında 4.765 şiddet vakası
kaydedilirken, 2017 yılında bu rakam 6.245’e yükseldi. Avustralya Suç Kurumu, 1999’dan
beri hastaneleri şiddet olaylarının en sık görüldüğü işyerleri olarak birinci
sıraya koydu ve sıralama bugüne kadar değişmedi.
Salgın, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ)
raporlarında da kendisini göstermeye başladı. DSÖ’ne göre sağlık emekçileri dünyada
şiddete uğrama riski en yüksek meslek grubuydu. Sağlık emekçilerinin yüzde 8 –
38’i meslek yaşamları boyunca en az bir kez fiziksel şiddete maruz kalıyordu ve
şiddete en sık hemşireler maruz kalırken, şiddet olayları en çok acil
servislerde yaşanıyordu.
“ÇÖZÜM” (VEYA TEDAVİ) ÖNERİLERİ
Şüphesiz çözüm önerileri, sorunun kaynağının
nasıl tanımlandığına göre değişecektir. Sorunu sağlık kuruluşlarında yeterli
“güvenlik” tedbiri alınmamasına bağlayanlar, hastane girişlerine
havaalanlarındaki gibi sofistike tarama cihazları yerleştirilmesini önerirken,
sağlık emekçileri ile hastalar ve hasta yakınları arasındaki “iletişim” kusurlarına
bağlayanlar, çözümü “eğitimde” aramaktadır.
Elbette bu tür tedbirler sorunun çözümüne
bir ölçüde katkıda bulunacaktır. TTB’nin “sağlıkta şiddeti önleme yasası” ve
saldırganlara hapis cezası verilmesi talebini de bu çerçevede
değerlendirmek mümkündür. Sağlık emekçilerine saldıranların ifadeleri alınarak
hemen
serbest bırakılmadığını, hapisle cezalandırıldıklarını görenlerin bir kısmı için
böyle bir yasa gerçekten de caydırıcı olabilir.
Ancak sorunun asıl kaynağı, yani sağlıkta
özelleştirmeler ve piyasalaştırma yoluyla insanların “sağlık hakkının” gasp
edilmiş olması gerçeği değişmedikçe, kalıcı bir çözüm getirilebilecek
midir?
TTB sorunların altında “kışkırtılmış”
bir sağlık hizmeti talebi ve mevcut olanakların bu talebi karşılamaya yeterli olmamasının
yattığını söylüyor. Gerçekten de günümüzde sağlık kuruluşları, görünürde devlet
kurumu olsalar dahi, Küba hariç dünyanın hemen her yerinde kâr amaçlı kuruluşlara
dönüştürülmüşlerdir. Bu kuruluşlar için başvuranlar artık hasta değil “müşteri”
olmuşlardır. Sağlık hizmeti talebi bu nedenle (daha çok kâr etmek için) kışkırtılmakta,
sağlık kuruluşları maliyetleri düşürmek için talebi karşılayacak düzeyde
donatılmamaktadır.
Bu arada itiraf edeyim, neredeyse hayatının
üçte ikisini bu tür konulara kafa yorarak geçirmiş biri olmama rağmen, ilk kez
İstanbul Tıp Fakültesi’nin ana kapısının yanındaki duvarda
Fındıkzade’deki bir “devlet” hastanesinin “reklam pankartını” ve altında
hastane başhekimliği ve İl Sağlık Müdürlüğü imzasını gördüğümde, gözlerime inanamamıştım.
Bir devlet hastanesi, üniversite hastanesinden “müşteri” kapmaya çalışıyordu…
O halde, sağlıkta şiddete “düzen içinde”
bir çözüm üretebilmek olanaksızdır. Tek gerçekçi çözüm, emekçilerin
örgütlenmesi, sağlık hakkı için mücadele etmesi ve sağlıkta piyasacı düzene son
verilmesidir. Bu öneri yalnızca Türkiye için değil, sermaye egemenliğindeki
bütün coğrafyalariçin geçerlidir.
Sağlıkta şiddet salgını, ancak sağlık
hizmetleri bir “devlet” hizmeti olarak örgütlendiğinde, insanlara doğuştan gelen
bir “hak” olarak, eşit ve ücretsiz sunulduğunda önlenebilecek, bu durumdan hem
hastalar, hem de sağlık emekçileri fayda göreceklerdir.
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil