Yeni koronavirüs pandemisi, tıbbın siyasi iktidarın emrine girmesinin insanları nasıl felakete sürüklediğini bir kez daha gözler önüne serdi. Salgın, tıp siyasetin hizmetine girdiği için 85 milyona yakın insanı hasta edebildi ve 2 milyona yakın can alabildi. Oysa tıp, insan sağlığı yerine ekonomiyi tercih eden siyasi iktidarlar karşısında dik durabilseydi, dünya bu salgını bir felakete dönüşmeden atlatabilirdi.
İKTİDARIN PROFESÖRLERİ
Siyasi iktidarlar pandemi
mücadelesini insan sağlığının değil, ekonominin gereksinimlerine göre
yönetirken, iktidarın profesörleri tıbbın bulaşıcı ve salgın hastalıklarla
mücadele alanında “binlerce” yıldır biriktirdiği bilgi ve deneyimleri bir
kenara bırakıp, iktidarın insan sağlığı yerine ekonomiyi önceleyen
politikalarını kamuoyu gözünde meşrulaştırmaya çabaladılar.
Oysa bulaşıcı ve salgın hastalıklarla
nasıl mücadele edilmesi gerektiği yüzyıllardır çok iyi biliniyordu: “hastalar
izole edilecek, şüpheliler karantinaya alınacaklardı”. Ancak çarkların birkaç
haftalığına durmasını gerektiren bu formül siyasi iktidarların işine gelmediği
için, tıp fakülteleri ve bilim insanları “maske – mesafe – temizlik” formülünü
ürettiler.
Bu süreçte iktidarın emrindeki
profesörlerin ekranlarda insanların aklıyla nasıl dalga geçtiklerine, onları
nasıl kandırmaya çalıştıklarına tanık olduk. Milyonlarca insanın toplu taşıma
araçlarında kucak kucağa işe gidip gelmesine ve işyerlerinde dip dibe çalışmalarına
ses çıkartmayan iktidar profesörleri, bir düğünde veya taziyede bir araya
gelmiş 20 – 30 kişiyi gördüklerinde “sosyal mesafe” diye kıyametleri
koparttılar.
Sonunda ne olduğunu yılbaşı gecesi
gördük. Salgınla mücadelede “izolasyon – karantina” formülünü uygulayan ülkelerde
insanlar meydanlarda sabaha kadar eğlenirken, “maske – mesafe – temizlik”
formülünde direnen ülkelerin insanları evlerinde hapis kaldılar. Oysa yılbaşı
gecesi in – cin top oynayan Taksim meydanı da, Wuhan’daki yukarıda resmini
gördüğünüz Times meydanı kadar neşeli olabilirdi.
Bugünlerde de aşının mucitlerinden
BioNTech CEO'su Uğur Şahin dahi “koronavirüs en azından on yıl aramızda”
diyerek insanları “normalleşme” hayallerine kapılmamaya çağırırken, pandeminin
etkisinin Nisan – Mayıs aylarında kırılarak, salgın havasından uzaklaşılacağını,
aşının etkinliği sayesinde yaşamın “olağan” akışına döneceğini düşleyen “akademisyenler”
var. Bilimsel yeterlilikleri çok tartışmalı olan bu “akademisyenler” de, “maskeci
profesörler” gibi sorunların çözümünü “teknik” müdahalelere indirgiyorlar.
TARİHTE DE BÖYLE OLMUŞTU
Kuşkusuz tıp ilk kez siyasi iktidarın
emrine girmiyor, tarihte de böyle örnekler yaşanmıştı. Örneğin Hitler Almanya’sında
Hegel’in “faydalı olan doğrudur” felsefesini benimseyen Nazi tıbbı, 370 bin
insanı kısırlaştırdı ve 70 bin yaşlı ve kronik hastanın, akıl hastasının
yaşamına son vermesine yardımcı oldu. Altı milyondan fazla Yahudi’nin
katledilmesinde Hitler’in emrine giren profesörlerin büyük rolü vardır.
Almanya’da 52 bin hekim Nazi Partisi’ne
katıldı. İktidarın emrindeki hekimler, mesleklerini iktidarın politikalarını
meşrulaştırmak için kullandılar. Bunlardan savaş sonunda yalnızca 23’ü yargılandı
ve 16’sı mahkum edildi.
Dr. Karl Clausberg ve Dr. Viktor
Brack, Nazi Partisi’nin (iktidarın) “ırkı arındırma” politikaları doğrultusunda,
cezaevlerindeki erkek mahkumların testislerine radyoaktif ışınlar uygulayarak,
en etkili kısırlaştırma yöntemini “bilimsel” olarak araştırdılar.
Dr. Hans Eppinger mahkumları susuz
bırakarak, insanların susuzluğa ne kadar dayanabileceğini “bilimsel” olarak
araştırırken, yine çocukların “bilimsel amaçlarla” toplama kamplarına
gönderilmesine “bizzat” yardımcı oldu.
Nazi Almanya’sının Sosyal Darwinizm’den
esinlenen “Tam Çözüm” politikasını, iktidarın emrindeki profesörler tasarladılar.
Tıbbi Etik profesörlerinden Eugen Stähl, 10 bin akıl hastasının yaşamına gazla
son verilmesini yönetirken, tıp fakültelerinde Alman Tabipler Birliği Dergisi’nin
editörü Rudolf Ramm’ın kaleme aldığı “tıbbi etik” kitabı okutuluyordu.
Nazi tıbbının insanlığa getirdiği
felaketler, tıbbın iktidarın emrine girdiği diğer coğrafyalardaki felaketleri
gölgede bırakmıştır. Oysa Japon İmparatorluk Ordusu Sağlık Müdürü Dr. Shiro Ishii ve emrindeki 10 bin
hekim, dünyadaki en acımasız biyolojik ve kimyasal silah programını yürüttüler.
“Deneysel” olarak mahkumlara veba, kolera, tifo, şarbon ve tüberküloz
mikropları vermekle kalmadılar, mahkumlar üzerinde hayvan deneyleri yapılmamış
aşı ve ilaçları da denediler. Savaş sonrasında Ishii ve emrindeki hekimlerin
çoğu çalışmalarına ABD’de devam ettiler.
GUATEMALALI MAĞDURLAR
Tıp iktidarın emrine sadece faşizm ve
savaş dönemlerinde girmiyor, “barış” zamanlarında da tıp, iktidarın talepleri
doğrultusunda bilimsel çalışmalar yürütebiliyor. Örneğin Guatemalalı hekimler
1946 – 1948 yılları arasında 1.308 mahkum, fahişe, akıl hastası ve bir
kilisenin himayesindeki yetimi bel soğukluğu ve frengi mikroplarıyla enfekte
ederek, tedavi “denediler”. Bu hastalardan yüzde 87’si tedavi edildi fakat
yüzde 13’ünün izi yitirildi.
Guatemala hükumeti bu deney için ABD
ile anlaşma yaparak fon sağlarken, deneyi iktidarın emrindeki bilim insanları
ve hekimler yürüttüler. 1.308 deneğe, araştırmaya katılmaları karşılığında “sigara”
verildi. Dünya Guatemala’da yaşanan felaketi, 700 mağdurun ABD hükumetine dava
açmasından sonra, 2010 yılında ABD Guatemalalılardan yaptığı canilikler için “özür
dilediğinde” öğrenebildi.
SORUN HEKİMLERİN DEĞİL, TIBBIN İKTİDARIN EMRİNE GİRMESİDİR
Değerli okurlarımız, tarihte ve
günümüzde insanları nasıl felaketlere sürüklediğini aktarmaya çalıştığımız on
binlerce hekim, tıp fakültesine insanlara felaket getirmek için girmemiş, bu
amaçla ihtisas yapmamışlardı. Muhtemelen bugün birer “cani” olarak lanetlediğimiz
bu hekimler, eğer tıp iktidarın emrine girmemiş olsaydı, mesleklerini
insanlığın emrine sunacak ve pek çok hayat kurtaracaklardı.
Elbette burada yukarıda sıraladığımız
insanlık dışı eylemleri gerçekleştiren hekimleri “aklamaya” çalışmıyoruz. Fakat
hekimlerin bu “caniliklerinin” hangi zeminde ortaya çıktığını göremezsek, bugün
“maskenin de aşı kadar koruyucu” olduğunu savunan profesörlerin, hasta
işçilerle sağlıklı işçileri iki hafta Dardanel fabrikasında “kapalı sistem”
çalışmaya zorlayan Hıfzıssıhha Kurulu kararının altına imza atan hekimlerin
neden böyle davrandıklarını anlayamayız.
Bugünlerde “Bilim” Kurulu, 14 gün arayla yapılması gereken SinoVac aşısının Türkiye’de 28 gün arayla yapılacağını açıkladı. Eğer “Bilim” Kurulu iktidarın emrinde olmasaydı bu kararı alan bilim insanlarına gönül rahatlığıyla güvenebilir ve bu değişikliği sorgulamazdık. Fakat bugün bu değişikliğe kuşkuyla yaklaşıyor ve ardında nelerin (hangi çıkarların) “gizli” olabileceğine bakıyoruz. Güvensizlik gerçekten çok kötü bir şey.
Balık baştan kokar derler. Gerçekten
de pandemi sürecinde akademi, tıp fakülteleri, eğitim ve araştırma hastaneleri
ve bilim insanları iktidarın emrine girmemiş olsaydı, hekimler salgınla tıp
eğitimleri sırasında öğrendikleri yöntemleri kullanarak mücadele edebilir ve Çin,
Yeni Zelanda, Küba, Güney Kore, Vietnam ve daha birçok ülke gibi Türkiye de
salgını milyonlarca insanı hastalanmadan, on binlerce insanını yitirmeden
atlatabilirdi.
Yazımızı aynı zamanda hekim olan İngiliz yazar Arthur Conan Doyle’un ünlü karakteri Sherlock Holmes’un ağzından söylediği bir deyişle bitirelim: “Hekim yanlış yola saparsa, canilerin en kötüsü olur. Çünkü cesareti ve bilgisi vardır”. O halde tıbbın iktidarın emrine girmesine izin vermeyelim.
Akif Akalın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder