Translate

6 Ocak 2021 Çarşamba

Türkiye’de hekimler nasıl yoldan çıkartıldı


İktidarın Emrindeki Tıp Felaket Getirir başlıklı son yazımızı Sherlock Holmes’un “Hekim yanlış yola saparsa, canilerin en kötüsü olur, çünkü cesareti ve bilgisi vardır” cümlesiyle bitirmiştik. Bu yazımızda Türkiye’de hekimlerin sağcı siyasi iktidarlar tarafından yoldan çıkartılmasının tarihini ortaya koymaya çalışacağız.  

 

SAĞLIK BAKANLIĞI’NDA KADROLAŞMA

 

Bugün belki kimse adını anımsamaz, 12 Eylül 1980 darbesi sonrası kurulan ilk “sivil” hükumette Mehmet Aydın adında bir Sağlık Bakanı vardı. Aynı zamanda Anavatan Partisi’nin (ANAP) kurucu üyelerinden biri olan Mehmet Aydın, 1983 ile 1986 yılları arasında bakanlık yaptı. Türkiye’de tıbbın sağcı siyasetin hizmetine sokulması ve hekimlerin “yoldan çıkartılması” süreci bu dönemde başlamıştır.

 

Türkiye’de sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesinin mimarı olan ve toplumcu tıbbın temellerini atan Prof. Dr. Nusret Hasan Fişek, 1990 yılında yayınlanan TTB Haber Bülteni’nin 22. sayısında “ANAP’ın ilk Sağlık Bakanı Mehmet AYDIN, sağlık örgütünün il içindeki bütünlüğünü bozmuş, sağlık örgütünü ilçe kaymakamları emrine vermiş ve kentlerde sağlık ocaklarının kurulmasına karşı çıkmıştı” diyerek, Aydın’ın sağlık alanında gerçekleştirdiği yıkımı özetlemişti.

 

Konuya yabancı olanlar için bunun ne anlama geldiğini kısaca özetlemeye çalışalım. Düzenlemeden önce ilçelerdeki sağlık örgütlenmesi ve hekimler doğrulan İl Sağlık Müdürlüğü’ne dolayısıyla İl Valisine bağlıydı. Vali hekimin “sicil amiriydi”. Düzenlemeyle hekimler Kaymakamlara bağlanarak, devlet hiyerarşisi içinde konumu aşağıya indirilmiş oldu.

 

12 Eylül askeri yönetimi hekimlere “zorunlu hizmet” getirmişti. Hekimler askeri yönetim sürecinde kura ile atandıkları yerlere gitmek zorunda kaldılar. 1983 yılında askerler iktidarı ANAP’a devredince, Yüksek İslâm Enstitüsü mezunu bir lise öğretmeni, Sağlık Bakanlığı’na “Personel Genel Müdürü” olarak atandı.

 

Bu süreçte Bakanlıkta bir “tayin borsası” kuruldu ve tayinler rüşvet ve iltimasla yapılmaya başlandı. 1985 yılında yapılan Tıpta Uzmanlık Sınavı’nda “ülkücü doktorlar” Ankara Atatürk Lisesi’nde toplandı ve sınav başladıktan sonra Bakanlık elemanları tahtaya cevap anahtarını yazarak ülkücü doktorların ihtisasa girmelerini sağladılar.

 

“TUS NEGATİF” UZMAN HEKİMLER

 

Geçtiğimiz yılın son aylarında medyaya bir haber düştü. Bir milletvekilinin, “800 bininci sırada üniversite kazanıp, yurt dışında tıp fakültesine kayıt yaptıranların, daha sonra Türkiye’deki özel üniversitelere yatay geçiş yaptığı” iddiasını yanıtlayan Yüksek Öğrenim Kurumu (YÖK) Başkanı Prof. Dr. Yekta Saraç, bazı yerlerde usulsüz yatay geçiş yapıldığını itiraf etti.

 

Bu yolsuzluğun da kökleri ANAP hükumetleri dönemine dayanır. Bir farkla; bugün esas olarak “para” karşılığında yapılan bu usulsüzlük, ANAP döneminde yine işin içinde para olsa da, esas olarak “kadrolaşma” amacıyla yapılıyordu.

 

1990’lı yılların başlarında “ülkücü doktorların” eski sosyalist ülkelerdeki Tıp Fakülteleri’nden para karşılığında ihtisasa başladıklarına ilişkin sahte belge aldıkları ve Sağlık Bakanlığı’na başvurarak Türkiye’ye “yatay geçiş” yaptıkları duyuldu.

 

Daha sonra hekimler arasında “TUS Negatif” olarak adlandırılan binlerce hekim bu yoldan, diğer meslekdaşlarının hakkını yiyerek Türkiye’de ihtisas yapma olanağı elde ettiler. Bunlar arasında bugün mesleklerini akademisyen olarak sürdürenler, yani Tıp Fakülteleri’nde veya eğitim ve araştırma hastanelerinde hekim yetiştirenler var.

 

14 Şubat 2015’de bir gazeteye röportaj veren Prof. Dr. Şaban Şimşek anılarını şöyle aktardı: “Özellikle benim branşımda (Göz Hastalıkları) Tıp’ta Azerbaycan, Kazakistan, Pakistan, Bulgaristan gibi pek çok ülkeden alınan uzmanlık diplomaları var … oralarda sözde eğitimleri süresince sadece birkaç gün veya hafta kalan ve diploma alan insanlar bugün ülkemizde uzmanlık yapıyorlar. Bunları kendi aramızda “TUS negatif” olarak adlandırılıyorlar. Yani Tıpta Uzmanlık Sınavını kazanamayıp bahsettiğim bazı ülkelerde para ile sözde ihtisas yapanlar”.

 

Gazetecinin “Böyle tanıdığınız kişiler var mı?” sorusuna yanıt veren Şimşek, “Olmaz mı?.. Burada isim veremem tabii. Ama belki bir işarette bulunabilirim ... Koskoca bir üniversitenin mütevelli heyeti başkanı bunlardan biri … Mesela bizim Sağlık Bakanlığı’nda bile var, hem de bayağı tepelerde bir yerde” diyor.

 

Şimşek Türkiye’de tıbbın nasıl siyasileştirildiğini ve hekimlerin yoldan çıkartıldığını da şöyle anlatıyor: “Şöyle işliyor sistem: Şu ya da bu şekilde (haklı ya da haksız) sınavlar kazanılıp tıp diploması alınıyor, sonrasında uzman olunuyor. Bu arkadaşlara abileri yardım ediyor ve bilimsel yayınlar yapılmaya başlanıyor. Adaylar biraz kıvamına gelince kişiye has(!) kadrolar ilan ediliyor. Dosyalar veriliyor; yardımcı doçent olunuyor. Bu arada yayın faaliyetleri hızlanıyor. Öylesine ki mesela bir aday bir yılda on tane yabancı yayın yapabiliyor, hem de bir taşra üniversitesinde; yani imkanları kısıtlı olan bir yerde”.

 

Gazetecinin “Yayın da tamam diyelim. Peki ya sınav jürileri? Orada da etkililer o zaman?” sorusu üzerine de “Bu konuda en kritik yer jürileri seçen kurullar; Üniversitelerarası Kurul’un ilgili birimi, Bakanlıktaki bu işle görevli yüksek bürokratlar. Buraları ele geçirdin mi gerisi artık çocuk oyuncağı; Jüri tamam, dosya tamam çünkü… Bahsettiğim maya tuttuktan sonra, mesela bir taşra üniversitesinin bilmem hangi biriminde “kardeşler” doçent olunca, eskiler yani “abiler” büyük üniversitelere kayıyorlar” diyor.

 

PRATİSYEN HEKİMLERİN “AİLE HEKİMİ” YAPILMALARI  

 

Türkiye’de hekimlerin yoldan çıkartılmaları sürecinde “Aile Hekimliği” önemli bir kilometre taşıdır.

 

Aslında Aile Hekimliği bir tıp disiplini, yani bir ihtisas, uzmanlık dalıdır. Dünyanın “Türkiye hariç” her yerinde Aile Hekimi olmak isteyen hekimler, tıp eğitiminden sonra ortalama 3 – 4 yıl ihtisas yaparlar. Türkiye’de ise Sağlık Bakanlığı 6 Temmuz 2005 tarihinde çıkardığı bir yönetmelikle aile hekimliğini bir “görev unvanı” olarak tanımladı.

 

Oysa Türkiye’de de 1983 yılında Aile Hekimliği “Tebabet Uzmanlık Tüzüğü” içinde bir uzmanlık dalı olarak tanımlanmış, 1985 de Ankara, İstanbul ve İzmir’de 3 yıllık Aile Hekimliği Uzmanlık eğitimi başlatılmıştı.

 

AKP hükumetleri Türkiye’de birinci basamağı “özelleştirmek” amacıyla, Osmanlı’dan devralınan Hükumet Tabipliği ve 1960’lı yıllarda örgütlenen Sağlık Ocakları sistemini kaldırarak, yerine “Aile Hekimliği” adı altında bir model getirdi. Bu süreçte aynı geçtiğimiz aylarda yaşadığımız “vaka – hasta” dil oyunu gibi, burada da bir “oyun” çevrilerek, Sağlık Bakanlığı tarafından binlerce pratisyen hekim, ihtisas yapmadıkları halde “Aile Hekimi” ilan edildiler.

 

Bu yıllarda devlet hizmetinde görevli pratisyen hekimlerin aldıkları maaşın 2 – 2,5 katı ücret verilerek “Aile Hekimi” yapılan pratisyen hekimlerin çoğu, maalesef halkın kendileri üzerinden kandırılmalarına sessiz kaldılar. Aile hekimliği sistemiyle Türkiye’de sağlığa “bütüncül” yaklaşım terk edildi, “ekip hizmeti” kaldırıldı, sağlıkta “toplumcu” yaklaşım yerine “bireyci” yaklaşım benimsendi.

 

Bu gelişmelerin yaşandığı 2010 yılı “yetmez ama evetçilerin” zamanıydı ve Cumhuriyet’in sağlık alanındaki kazanımlarına ve Sağlık Ocaklarına sahip çıkılması, aile hekimliğine geçilmesinin önlemesi için bir direniş hattı örülemedi.

 

YOLDAN ÇIKMAYAN HEKİMLER

 

Elbette Türkiye’de bütün bu gelişmelere rağmen asla yoldan çıkmayan, mesleklerini dürüstçe icra eden çok sayıda hekim var.

 

Yüzlerce hekim ANAP iktidarı döneminde Turgut Özal’ın eşi Semra Özal’ın örgütlediği “Papatyalar” (Türk Kadınını Güçlendirme ve Tanıtma Vakfı) hareketinin propaganda çalışmalarına alet olmamayı tercih ettiği için sürgüne uğradı.

 

Evet, “binlerce” hekim TUS sınavına girmeden yurt dışından sağladıkları sahte belgelerle ihtisasa girdi, fakat yine “binlerce” hekim mesleklerinde ilerlemek için asla böyle aşağılık yollara tevessül etmedi. 1993 yılında Şişli Etfal Hastanesi’nde Klinik Şefi olan Dr. Melih Bulut, “yatay geçişle” kliniğine görevlendirilen TUS negatif bir asistanı kliniğine sokmadığı için sürgün edildi.  

 

Aile Hekimliği süreci de farklı değildir. Birinci basamakta özelleştirmeye karşı güçlü bir emek savunması örülemeyince, bir avuç pratisyen hekim “onur” mücadelesi başlattılar. Diğer meslekdaşları gibi maaşlarının 2 – 2,5 katı karşılığında aile hekimi olmayı reddederek, birinci basamağın özelleştirilmesine kişisel olarak alet olmamayı tercih ettiler.

 

Hükümet, aile hekimi olmayı reddeden pratisyen hekimlere sözcüğün tam anlamıyla “zulüm” uyguladı. Haftada bir, hatta kimi örneklerde hafta içinde birkaç kez çalıştıkları ilin en uzak ilçelerine geçici görevlendirildiler. Eşler birbirlerinden kilometrelerce uzak yerlerde görevlendirildi. Akla hayale gelebilecek her türden mobbinge, aşağılanmaya maruz kaldılar. Her şeye rağmen bu bir avuç onurlu, yürekli pratisyen hekim iktidara boyun eğmedi, aile hekimi olmadılar.

 

Kuşkusuz bütün bu süreçlerin Türkiye’de yaşayan 80 milyonu aşkın yurttaşımız için de çok olumsuz sonuçları oldu ve bu sonuçları yaşamaya devam ediyoruz. Örneğin bugün herkes yeni koronavirüse karşı aşılamanın nasıl yapılacağını tartışıyor. Aile hekimleri, aşılama görevinin kendi üzerlerine yıkılması halinde bu yükün altından kalkamayacaklarını açıklıyorlar.

 

Oysa yakın tarihimize bakıldığında Türkiye’de kapatılan Sağlık Ocakları’nın 1965 yılında difteri, tetenos, boğmaca ve tifo hastalıklarına, 1971 yılında çocuk felcine ve 1980’li yıllarda birçok hastalığa karşı büyük aşılama kampanyalarının başarıyla gerçekleştirildiği görülür. 1986 yılında Genişletilmiş Bağışıklama Kampanyası’nda çok kısa bir sürede 5 milyon çocuk aşılanmıştır.

 

Yine Türkiye, Sağlık Ocakları kapatılarak aile hekimliğine geçildiği için bugün COVID 19 salgınına karşı etkili bir mücadele yürütemiyor. Sağlık Ocaklarını, dünyadaki en örgütlü kamusal birinci basamak sağlık hizmetini, bulaşıcı ve salgın hastalıklarla mücadelenin en etkili aracını yok ettiğimiz için salgınla başa çıkamıyoruz.

 

Eğer sağlığımızı düşünüyorsak, tıbbın siyasallaşmasına ve yozlaşmasına, hekimlerin yoldan çıkmalarına izin vermemeliyiz.


Akif Akalın

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder