İktidarın Emrindeki Tıp Felaket Getirir başlıklı son yazımızı Sherlock Holmes’un “Hekim yanlış yola saparsa, canilerin en kötüsü olur, çünkü cesareti ve bilgisi vardır” cümlesiyle bitirmiştik. Bu yazımızda Türkiye’de hekimlerin sağcı siyasi iktidarlar tarafından yoldan çıkartılmasının tarihini ortaya koymaya çalışacağız.
SAĞLIK BAKANLIĞI’NDA KADROLAŞMA
Bugün belki kimse adını anımsamaz, 12
Eylül 1980 darbesi sonrası kurulan ilk “sivil” hükumette Mehmet Aydın adında
bir Sağlık Bakanı vardı. Aynı zamanda Anavatan Partisi’nin (ANAP) kurucu
üyelerinden biri olan Mehmet Aydın, 1983 ile 1986 yılları arasında bakanlık yaptı.
Türkiye’de tıbbın sağcı siyasetin hizmetine sokulması ve hekimlerin “yoldan
çıkartılması” süreci bu dönemde başlamıştır.
Türkiye’de sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesinin
mimarı olan ve toplumcu tıbbın temellerini atan Prof. Dr. Nusret Hasan Fişek,
1990 yılında yayınlanan TTB Haber Bülteni’nin 22. sayısında “ANAP’ın
ilk Sağlık Bakanı Mehmet AYDIN, sağlık örgütünün il içindeki bütünlüğünü
bozmuş, sağlık örgütünü ilçe kaymakamları emrine vermiş ve kentlerde sağlık
ocaklarının kurulmasına karşı çıkmıştı” diyerek, Aydın’ın sağlık
alanında gerçekleştirdiği yıkımı özetlemişti.
Konuya yabancı olanlar için bunun ne
anlama geldiğini kısaca özetlemeye çalışalım. Düzenlemeden önce ilçelerdeki sağlık
örgütlenmesi ve hekimler doğrulan İl Sağlık Müdürlüğü’ne dolayısıyla İl Valisine
bağlıydı. Vali hekimin “sicil amiriydi”. Düzenlemeyle hekimler Kaymakamlara
bağlanarak, devlet hiyerarşisi içinde konumu aşağıya indirilmiş oldu.
12 Eylül askeri yönetimi hekimlere “zorunlu
hizmet” getirmişti. Hekimler askeri yönetim sürecinde kura ile atandıkları
yerlere gitmek zorunda kaldılar. 1983 yılında askerler iktidarı ANAP’a
devredince, Yüksek İslâm Enstitüsü mezunu bir lise öğretmeni, Sağlık Bakanlığı’na
“Personel Genel Müdürü” olarak atandı.
Bu süreçte Bakanlıkta bir “tayin
borsası” kuruldu ve tayinler rüşvet ve iltimasla yapılmaya başlandı. 1985
yılında yapılan Tıpta Uzmanlık Sınavı’nda “ülkücü doktorlar” Ankara Atatürk
Lisesi’nde toplandı ve sınav başladıktan sonra Bakanlık elemanları tahtaya
cevap anahtarını yazarak ülkücü doktorların ihtisasa girmelerini sağladılar.
“TUS NEGATİF” UZMAN HEKİMLER
Geçtiğimiz yılın son aylarında
medyaya bir haber düştü. Bir milletvekilinin, “800 bininci sırada üniversite
kazanıp, yurt dışında tıp fakültesine kayıt yaptıranların, daha sonra
Türkiye’deki özel üniversitelere yatay geçiş yaptığı” iddiasını
yanıtlayan Yüksek Öğrenim Kurumu (YÖK) Başkanı Prof. Dr. Yekta Saraç, bazı
yerlerde usulsüz yatay geçiş yapıldığını itiraf etti.
Bu yolsuzluğun da kökleri ANAP
hükumetleri dönemine dayanır. Bir farkla; bugün esas olarak “para” karşılığında
yapılan bu usulsüzlük, ANAP döneminde yine işin içinde para olsa da, esas
olarak “kadrolaşma” amacıyla yapılıyordu.
1990’lı yılların başlarında “ülkücü
doktorların” eski sosyalist ülkelerdeki Tıp Fakülteleri’nden para karşılığında
ihtisasa başladıklarına ilişkin sahte belge aldıkları ve Sağlık Bakanlığı’na
başvurarak Türkiye’ye “yatay geçiş” yaptıkları duyuldu.
Daha sonra hekimler arasında “TUS
Negatif” olarak adlandırılan binlerce hekim bu yoldan, diğer meslekdaşlarının
hakkını yiyerek Türkiye’de ihtisas yapma olanağı elde ettiler. Bunlar arasında
bugün mesleklerini akademisyen olarak sürdürenler, yani Tıp Fakülteleri’nde
veya eğitim ve araştırma hastanelerinde hekim yetiştirenler var.
14 Şubat 2015’de bir gazeteye
röportaj veren Prof. Dr. Şaban Şimşek anılarını şöyle aktardı: “Özellikle
benim branşımda (Göz Hastalıkları) Tıp’ta Azerbaycan, Kazakistan, Pakistan, Bulgaristan
gibi pek çok ülkeden alınan uzmanlık diplomaları var … oralarda sözde
eğitimleri süresince sadece birkaç gün veya hafta kalan ve diploma alan
insanlar bugün ülkemizde uzmanlık yapıyorlar. Bunları kendi aramızda “TUS
negatif” olarak adlandırılıyorlar. Yani Tıpta Uzmanlık Sınavını kazanamayıp
bahsettiğim bazı ülkelerde para ile sözde ihtisas yapanlar”.
Gazetecinin “Böyle tanıdığınız kişiler var mı?”
sorusuna yanıt veren Şimşek, “Olmaz mı?.. Burada isim veremem tabii. Ama
belki bir işarette bulunabilirim ... Koskoca bir üniversitenin mütevelli heyeti
başkanı bunlardan biri … Mesela bizim Sağlık Bakanlığı’nda bile var, hem de
bayağı tepelerde bir yerde” diyor.
Şimşek Türkiye’de tıbbın nasıl
siyasileştirildiğini ve hekimlerin yoldan çıkartıldığını da şöyle anlatıyor: “Şöyle
işliyor sistem: Şu ya da bu şekilde (haklı ya da haksız) sınavlar kazanılıp tıp
diploması alınıyor, sonrasında uzman olunuyor. Bu arkadaşlara abileri yardım
ediyor ve bilimsel yayınlar yapılmaya başlanıyor. Adaylar biraz kıvamına
gelince kişiye has(!) kadrolar ilan ediliyor. Dosyalar veriliyor; yardımcı
doçent olunuyor. Bu arada yayın faaliyetleri hızlanıyor. Öylesine ki mesela bir
aday bir yılda on tane yabancı yayın yapabiliyor, hem de bir taşra
üniversitesinde; yani imkanları kısıtlı olan bir yerde”.
Gazetecinin “Yayın da tamam diyelim. Peki ya
sınav jürileri? Orada da etkililer o zaman?” sorusu üzerine de “Bu
konuda en kritik yer jürileri seçen kurullar; Üniversitelerarası Kurul’un
ilgili birimi, Bakanlıktaki bu işle görevli yüksek bürokratlar. Buraları ele
geçirdin mi gerisi artık çocuk oyuncağı; Jüri tamam, dosya tamam çünkü…
Bahsettiğim maya tuttuktan sonra, mesela bir taşra üniversitesinin bilmem hangi
biriminde “kardeşler” doçent olunca, eskiler yani “abiler” büyük üniversitelere
kayıyorlar” diyor.
PRATİSYEN HEKİMLERİN “AİLE HEKİMİ” YAPILMALARI
Türkiye’de hekimlerin yoldan
çıkartılmaları sürecinde “Aile Hekimliği” önemli bir kilometre taşıdır.
Aslında Aile Hekimliği bir tıp
disiplini, yani bir ihtisas, uzmanlık dalıdır. Dünyanın “Türkiye hariç” her
yerinde Aile Hekimi olmak isteyen hekimler, tıp eğitiminden sonra ortalama 3 –
4 yıl ihtisas yaparlar. Türkiye’de ise Sağlık Bakanlığı 6 Temmuz 2005 tarihinde
çıkardığı bir yönetmelikle aile hekimliğini bir “görev unvanı” olarak tanımladı.
Oysa Türkiye’de de 1983 yılında Aile
Hekimliği “Tebabet Uzmanlık Tüzüğü” içinde bir uzmanlık dalı olarak tanımlanmış,
1985 de Ankara, İstanbul ve İzmir’de 3 yıllık Aile Hekimliği Uzmanlık eğitimi
başlatılmıştı.
AKP hükumetleri Türkiye’de birinci
basamağı “özelleştirmek” amacıyla, Osmanlı’dan devralınan Hükumet Tabipliği ve 1960’lı
yıllarda örgütlenen Sağlık Ocakları sistemini kaldırarak, yerine “Aile
Hekimliği” adı altında bir model getirdi. Bu süreçte aynı geçtiğimiz aylarda
yaşadığımız “vaka – hasta” dil oyunu gibi, burada da bir “oyun” çevrilerek,
Sağlık Bakanlığı tarafından binlerce pratisyen hekim, ihtisas yapmadıkları
halde “Aile Hekimi” ilan edildiler.
Bu yıllarda devlet hizmetinde görevli
pratisyen hekimlerin aldıkları maaşın 2 – 2,5 katı ücret verilerek “Aile Hekimi”
yapılan pratisyen hekimlerin çoğu, maalesef halkın kendileri üzerinden
kandırılmalarına sessiz kaldılar. Aile hekimliği sistemiyle Türkiye’de sağlığa
“bütüncül” yaklaşım terk edildi, “ekip hizmeti” kaldırıldı, sağlıkta “toplumcu”
yaklaşım yerine “bireyci” yaklaşım benimsendi.
Bu gelişmelerin yaşandığı 2010 yılı
“yetmez ama evetçilerin” zamanıydı ve Cumhuriyet’in sağlık alanındaki kazanımlarına
ve Sağlık Ocaklarına sahip çıkılması, aile hekimliğine geçilmesinin önlemesi
için bir direniş hattı örülemedi.
YOLDAN ÇIKMAYAN HEKİMLER
Elbette Türkiye’de bütün bu
gelişmelere rağmen asla yoldan çıkmayan, mesleklerini dürüstçe icra eden çok
sayıda hekim var.
Yüzlerce hekim ANAP iktidarı
döneminde Turgut Özal’ın eşi Semra Özal’ın örgütlediği “Papatyalar” (Türk
Kadınını Güçlendirme ve Tanıtma Vakfı) hareketinin propaganda çalışmalarına
alet olmamayı tercih ettiği için sürgüne uğradı.
Evet, “binlerce” hekim TUS sınavına
girmeden yurt dışından sağladıkları sahte belgelerle ihtisasa girdi, fakat yine
“binlerce” hekim mesleklerinde ilerlemek için asla böyle aşağılık yollara
tevessül etmedi. 1993 yılında Şişli Etfal Hastanesi’nde Klinik Şefi olan Dr.
Melih Bulut, “yatay geçişle” kliniğine görevlendirilen TUS negatif bir asistanı
kliniğine sokmadığı için sürgün edildi.
Aile Hekimliği süreci de farklı
değildir. Birinci basamakta özelleştirmeye karşı güçlü bir emek savunması
örülemeyince, bir avuç pratisyen hekim “onur” mücadelesi başlattılar. Diğer
meslekdaşları gibi maaşlarının 2 – 2,5 katı karşılığında aile hekimi olmayı
reddederek, birinci basamağın özelleştirilmesine kişisel olarak alet olmamayı
tercih ettiler.
Hükümet, aile hekimi olmayı reddeden
pratisyen hekimlere sözcüğün tam anlamıyla “zulüm” uyguladı. Haftada bir, hatta
kimi örneklerde hafta içinde birkaç kez çalıştıkları ilin en uzak ilçelerine
geçici görevlendirildiler. Eşler birbirlerinden kilometrelerce uzak yerlerde
görevlendirildi. Akla hayale gelebilecek her türden mobbinge, aşağılanmaya maruz
kaldılar. Her şeye rağmen bu bir avuç onurlu, yürekli pratisyen hekim iktidara
boyun eğmedi, aile hekimi olmadılar.
Kuşkusuz bütün bu süreçlerin Türkiye’de
yaşayan 80 milyonu aşkın yurttaşımız için de çok olumsuz sonuçları oldu ve bu
sonuçları yaşamaya devam ediyoruz. Örneğin bugün herkes yeni koronavirüse karşı
aşılamanın nasıl yapılacağını tartışıyor. Aile hekimleri, aşılama görevinin
kendi üzerlerine yıkılması halinde bu yükün altından kalkamayacaklarını
açıklıyorlar.
Oysa yakın tarihimize bakıldığında
Türkiye’de kapatılan Sağlık Ocakları’nın 1965 yılında difteri, tetenos, boğmaca
ve tifo hastalıklarına, 1971 yılında çocuk felcine ve 1980’li yıllarda birçok
hastalığa karşı büyük aşılama kampanyalarının başarıyla gerçekleştirildiği
görülür. 1986 yılında Genişletilmiş Bağışıklama Kampanyası’nda çok kısa bir
sürede 5 milyon çocuk aşılanmıştır.
Yine Türkiye, Sağlık Ocakları
kapatılarak aile hekimliğine geçildiği için bugün COVID 19 salgınına karşı
etkili bir mücadele yürütemiyor. Sağlık Ocaklarını, dünyadaki en örgütlü
kamusal birinci basamak sağlık hizmetini, bulaşıcı ve salgın hastalıklarla
mücadelenin en etkili aracını yok ettiğimiz için salgınla başa çıkamıyoruz.
Eğer sağlığımızı düşünüyorsak, tıbbın
siyasallaşmasına ve yozlaşmasına, hekimlerin yoldan çıkmalarına izin
vermemeliyiz.
Akif Akalın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder