Pandeminin gidişine ilişkin Turizm
Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un çok “iyimser” bir tablo çizdiği gün, Küba’da
yayınlanan Medicc Review’un editör makalesi de oldukça “kötümser” bir resim
çiziyordu.
Ersoy 17 Mayıs’ta Türkiye’de günlük
vaka sayısının 5 binin altına ineceğini ve bu yıl 30 milyon turist hedefini
koruduklarını söylerken, Medicc Review editörleri ileride tarihin COVID 19
pandemisini bir “starter plague” (ordövr salgın) olarak tanımlayabileceğini
belirtiyorlardı.
Acaba gerçek neredeydi?
BU DAHA BAŞLANGIÇ
Medicc Review editörleri COVID-19 pandemisinin
ne ilk, ne son, ne de insanlığın karşılaşacağı en kötü pandemi olduğunu, iklim
değişimi sürdükçe, ekosistemler birbirleriyle temasa geçtikçe ve habitatlar
birbiri üzerine bindikçe, yeni zoonozların ortaya çıkmaya ve yayılmaya devam
edeceğini söylüyorlar.
Yani Kübalı bilim insanlarına göre
dünyada kapitalist üretim egemen oldukça, pandemilerden azade bir yaşam ufukta
görünmüyor. İnsan vahşi yaşam alanlarına girdikçe, buralardan yeni zoonozlar (hayvanlardan
insanlara geçen hastalıklar) alması kaçınılmaz. Yeni koronavirüs mutasyonlarından
kurtulsak bile, binlerce yeni virüs sırada bekliyor…
PETRİ KABI
Editörler, birbirine aşırı ölçüde bağlı,
fakat aynı derecede parçalı olan dünyamızı, viral mutasyon ve bulaş için ideal
bir Petri kabına benzetiyor.
Gerçekten de günümüzde virüs bir
gecede dünyanın diğer ucuna erişebiliyor ve eriştiği her yerde farklı sağlık ve
güvenlik düzenlemeleriyle karşılaşıyor. İngiltere gibi bazı ülkelere çok zor,
fakat Türkiye gibi ülkelere çok kolay girebiliyor.
İngiltere’ye gelenlerin uçağa
binmeden 72 saat önce, ülkeye girdikten 2 ve 8 gün sonra olmak üzere üç kez PCR
testi yaptırmaları ve “kırmızı listede” yer alan ülkelerden gelenlerin 10 gün
otellerde karantinada beklemesi şart koşulurken, Türkiye 15 Mayıs’tan itibaren bir
dizi ülkeden gelenlerden PCR testi dahi istemeyeceğini ilan ediyor.
AŞILAMA HIZI, MUTASYON HIZINA YETİŞEBİLECEK Mİ?
Editörler, aralarında ABD’den üç
Türkiye kökenli imzacının da bulunduğu çok yeni bir “medRxiv” makalesine atıf
yaparak, aşı etkinliğinin meselenin sadece “yarısı” olduğunu ifade ediyorlar.
Buna göre eğer aşı toplum içinde “hızla” uygulanabilirse etkinliğini korurken,
bu hız sağlanamazsa beklenen etkinlik elde edilemiyor.
Bu durum aşı üretiminin “özel
sektörün” elinde olmasını çok daha sorunlu bir hale getiriyor. Tamamen piyasa
kurallarına göre ve kâr amacıyla iş yapan aşı şirketleri, ülkelerin gereksinim
duydukları miktarda aşıyı sağlarken, ülkeler arasında büyük eşitsizliklere yol
açıyor. Örneğin zengin Kanada gereksiniminin 4 katı aşı satın alabilirken,
onlarca yoksul ülke tek bir flakon aşıya dahi erişemiyor.
Editörler günümüz dünyasının
geçmişten çok farklı olduğunu, Jonas Salk’ın polio aşısı için patent almayı
reddettiği dünyanın çok eskilerde kaldığını belirtiyorlar. Oysa patent
kısıtlamaları kaldırılabilse, bugün dünyanın birçok ülkesinde atıl durumda olan
tesislerde hemen aşı üretimine başlanabilir ve dünyanın gereksindiği kadar aşı
üretilebilirdi.
Ancak patent konusu, sınıf
mücadelesinin konusu ve bugün kapitalist üretimin birbirinin karşısında
konumlandırdığı iki sınıftan patent kısıtlamalarından zarar göreni sınıf bilincinden
ve önderlikten yoksun, tam bir teslimiyet içinde, patent kısıtlamalarından
kazanç sağlayan diğeri boş bulduğu meydanda keyfince at oynatıyor.
COVID 19 BİR EMEKÇİ HASTALIĞIDIR
COVID 19 pandemisinde asıl meselenin
“eşitsizlikler” olduğunu söyleyen editörler, birçok ülkenin küçük bir azınlığın
zenginlik ve refahı uğruna birçoklarının, hatta dünyanın geleceğini tehlikeye
attıklarını belirtiyor.
Gerçekten de Türkiye’de ve dünyada
COVID 19’un artık bir “emekçi hastalığı” olarak tanımlandığını görebiliyoruz.
Dünyanın her yerinde yoksullar, toplumların marjinalleştirilmiş kesimleri ve
emekçiler daha fazla hastalanıyor ve daha fazla ölüyorlar.
Bunun nedeni, Editörlerin de makalede
belirttikleri gibi yoksulların ve emekçilerin zaten diğer sağlık sorunları gibi
COVID 19 için de en çok risk altında olmaları. Ancak kapitalist toplumlarda Julian Tudor Hart tarafından tanımlanan “tersine hizmet yasası”, sağlık hizmetine en
çok gereksinimi olanların, bu hizmetlerden en az yararlanabildiğini ortaya
koyuyor.
Örneğin toplumun zengin kesimleri
dilerlerse parasını verip “her gün” PCR testi yaptırabilirken, parası
olmayanlar devletin insafına terk ediliyor.
Pandemi sürecinde dünyanın her
yerinde ve Türkiye’de zenginlerin zenginlikleri her ay “katlanarak” artarken,
milyarlarca insan yoksullaştı. Editörler Latin Amerika’da da bu sürecin
işlediğini ve bölgedeki yoksul sayısının pandemi sürecinde eklenen 22 milyon
insanla birlikte 209 milyona ulaştığını ifade ediyorlar.
Maalesef Türkiye’de bu konuda
elimizde net rakamlar yok, fakat hükumetin sadece küçük esnafı kapsayan son
“kapanma” tedbirinden sonra zincir market hisselerinin bir günde yüzde 3
civarında arttığını, buna karşılık ülkenin çeşitli yerlerinden intihar
haberlerinin geldiğini biliyoruz.
SİNDEMİ
Bazı bilim insanlarının yaşadığımız
süreci “sindemi” (sinerjinin “sin” ve pandeminin “demi” kısımlarının
birleştirilmesiyle türetilmiş bir kavram) olarak tanımladığını belirten
editörler, sağlık hizmetlerine erişimin yetersiz olması, halk sağlığı
kurumlarının zayıf düşürülmesi, sağlıkçıların eşitsiz dağılımı ve aşı temin
edilememesi gibi “sosyal” faktörlerin salgının etkilerinin çok daha ağır
hissedilmesine neden olduğunu ifade ediyorlar.
Diğer bir deyişle ülkelerin sağlık
sistemleri özelleştirme ve piyasalaştırma nedeniyle bu kadar güçten düşürülmese
ve sağlık hizmeti yurttaşlar için bir hak ve devlet için bir ödev olarak
örgütlenmiş olsaydı, pandemi bu kadar hasara yol açamayacak ve daha kolay
kontrol altına alınabilecekti.
Gerçekten de Türkiye’de bugün çekilen
sıkıntıların, kendi aşılarımızı ürettiğimiz Hıfzıssıhha Enstitüsü’nün ve
ülkemizde bulaşıcı hastalıklarla mücadelede uzmanlaşmış Sağlık Ocakları’nın
kapatılmasından kaynaklandığını çok iyi biliyoruz.
Eğer sağlığı özelleştirmek ve
piyasalaştırmak için Hıfzıssıhha Enstitüsü kapatılmamış olsaydı, bugün aşımızı
kendimiz üretebilecek ve aşı tedariğinde sıkıntı yaşamayacaktık. Yine Sağlık
Ocakları kapatılmasaydı, etkin bir filyasyon ve sürveyans ile salgın çoktan
kontrol altına alınmış olacaktı. Oysa birinci basamak özelleştirilerek
örgütlenen Aile Hekimliği sistemi salgın karşısında çaresiz kalıyor.
BAKAN ERSOY NEDEN BU KADAR ÜMİTVAR?
Eğer Medicc Review editörleri
kaygılarında haklıysa, önümüzdeki günlerde Turizm Bakanı Ersoy’u kötü
sürprizler bekliyor olmalı diye düşünebilirsiniz. Fakat yanılırsınız.
Yanılırsınız, çünkü Türkiye oyunu tek
başına oynamıyor. Nasıl 17 Mayıs’ta Türkiye dünyaya vaka sayısını 5 binin
altına düşürdüğünü ve turizm için güvenli olduğunu açıklamaya hazırlanıyorsa,
karşı tarafta da bu açıklamayı bekleyen ve yurttaşlarını Türkiye’de ucuz tatil
yapmaya göndermeye hazırlanan birçok ülke var.
Ne dışarıdan PCR testi olmadan
gelenlerin Türkiye’ye getireceği virüs umurumuzda, ne de Türkiye’ye ucuz tatil
için gelecek turistlerin buradan alacakları virüs onların umurunda. Önemli olan
tek şey zincir otelleriyle, turlarıyla, sigorta şirketleriyle vb turizm
sektörünün canlanması.
Kübalı editörler salgının geleceğine
ilişkin kaygılıyken, aynı zamanda ETS tur, Maxxroyal otelleri, Atlas jet ve
Voyage Turizm’in de sahibi olan Turizm Bakanı Ersoy, salgının biteceği
konusunda değil, turizmin canlanacağı konusunda ümitvar. Yani aynı telden çalmıyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder