Translate

5 Mayıs 2021 Çarşamba

Pandemi konusunda iyimser misiniz?

 


Pandeminin gidişine ilişkin Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un çok “iyimser” bir tablo çizdiği gün, Küba’da yayınlanan Medicc Review’un editör makalesi de oldukça “kötümser” bir resim çiziyordu.

 

Ersoy 17 Mayıs’ta Türkiye’de günlük vaka sayısının 5 binin altına ineceğini ve bu yıl 30 milyon turist hedefini koruduklarını söylerken, Medicc Review editörleri ileride tarihin COVID 19 pandemisini bir “starter plague” (ordövr salgın) olarak tanımlayabileceğini belirtiyorlardı. 

 

Acaba gerçek neredeydi?

 

BU DAHA BAŞLANGIÇ

 

Medicc Review editörleri COVID-19 pandemisinin ne ilk, ne son, ne de insanlığın karşılaşacağı en kötü pandemi olduğunu, iklim değişimi sürdükçe, ekosistemler birbirleriyle temasa geçtikçe ve habitatlar birbiri üzerine bindikçe, yeni zoonozların ortaya çıkmaya ve yayılmaya devam edeceğini söylüyorlar.

 

Yani Kübalı bilim insanlarına göre dünyada kapitalist üretim egemen oldukça, pandemilerden azade bir yaşam ufukta görünmüyor. İnsan vahşi yaşam alanlarına girdikçe, buralardan yeni zoonozlar (hayvanlardan insanlara geçen hastalıklar) alması kaçınılmaz. Yeni koronavirüs mutasyonlarından kurtulsak bile, binlerce yeni virüs sırada bekliyor…

 

PETRİ KABI

 

Editörler, birbirine aşırı ölçüde bağlı, fakat aynı derecede parçalı olan dünyamızı, viral mutasyon ve bulaş için ideal bir Petri kabına benzetiyor.

 

Gerçekten de günümüzde virüs bir gecede dünyanın diğer ucuna erişebiliyor ve eriştiği her yerde farklı sağlık ve güvenlik düzenlemeleriyle karşılaşıyor. İngiltere gibi bazı ülkelere çok zor, fakat Türkiye gibi ülkelere çok kolay girebiliyor.

 

İngiltere’ye gelenlerin uçağa binmeden 72 saat önce, ülkeye girdikten 2 ve 8 gün sonra olmak üzere üç kez PCR testi yaptırmaları ve “kırmızı listede” yer alan ülkelerden gelenlerin 10 gün otellerde karantinada beklemesi şart koşulurken, Türkiye 15 Mayıs’tan itibaren bir dizi ülkeden gelenlerden PCR testi dahi istemeyeceğini ilan ediyor.

 

AŞILAMA HIZI, MUTASYON HIZINA YETİŞEBİLECEK Mİ?

 

Editörler, aralarında ABD’den üç Türkiye kökenli imzacının da bulunduğu çok yeni bir “medRxiv” makalesine atıf yaparak, aşı etkinliğinin meselenin sadece “yarısı” olduğunu ifade ediyorlar. Buna göre eğer aşı toplum içinde “hızla” uygulanabilirse etkinliğini korurken, bu hız sağlanamazsa beklenen etkinlik elde edilemiyor.

 

Bu durum aşı üretiminin “özel sektörün” elinde olmasını çok daha sorunlu bir hale getiriyor. Tamamen piyasa kurallarına göre ve kâr amacıyla iş yapan aşı şirketleri, ülkelerin gereksinim duydukları miktarda aşıyı sağlarken, ülkeler arasında büyük eşitsizliklere yol açıyor. Örneğin zengin Kanada gereksiniminin 4 katı aşı satın alabilirken, onlarca yoksul ülke tek bir flakon aşıya dahi erişemiyor.  

 

Editörler günümüz dünyasının geçmişten çok farklı olduğunu, Jonas Salk’ın polio aşısı için patent almayı reddettiği dünyanın çok eskilerde kaldığını belirtiyorlar. Oysa patent kısıtlamaları kaldırılabilse, bugün dünyanın birçok ülkesinde atıl durumda olan tesislerde hemen aşı üretimine başlanabilir ve dünyanın gereksindiği kadar aşı üretilebilirdi.

 

Ancak patent konusu, sınıf mücadelesinin konusu ve bugün kapitalist üretimin birbirinin karşısında konumlandırdığı iki sınıftan patent kısıtlamalarından zarar göreni sınıf bilincinden ve önderlikten yoksun, tam bir teslimiyet içinde, patent kısıtlamalarından kazanç sağlayan diğeri boş bulduğu meydanda keyfince at oynatıyor.

 

COVID 19 BİR EMEKÇİ HASTALIĞIDIR

 

COVID 19 pandemisinde asıl meselenin “eşitsizlikler” olduğunu söyleyen editörler, birçok ülkenin küçük bir azınlığın zenginlik ve refahı uğruna birçoklarının, hatta dünyanın geleceğini tehlikeye attıklarını belirtiyor.

 

Gerçekten de Türkiye’de ve dünyada COVID 19’un artık bir “emekçi hastalığı” olarak tanımlandığını görebiliyoruz. Dünyanın her yerinde yoksullar, toplumların marjinalleştirilmiş kesimleri ve emekçiler daha fazla hastalanıyor ve daha fazla ölüyorlar.

 

Bunun nedeni, Editörlerin de makalede belirttikleri gibi yoksulların ve emekçilerin zaten diğer sağlık sorunları gibi COVID 19 için de en çok risk altında olmaları. Ancak kapitalist toplumlarda Julian Tudor Hart tarafından tanımlanan “tersine hizmet yasası”, sağlık hizmetine en çok gereksinimi olanların, bu hizmetlerden en az yararlanabildiğini ortaya koyuyor.

 

Örneğin toplumun zengin kesimleri dilerlerse parasını verip “her gün” PCR testi yaptırabilirken, parası olmayanlar devletin insafına terk ediliyor.

 

Pandemi sürecinde dünyanın her yerinde ve Türkiye’de zenginlerin zenginlikleri her ay “katlanarak” artarken, milyarlarca insan yoksullaştı. Editörler Latin Amerika’da da bu sürecin işlediğini ve bölgedeki yoksul sayısının pandemi sürecinde eklenen 22 milyon insanla birlikte 209 milyona ulaştığını ifade ediyorlar. 

 

Maalesef Türkiye’de bu konuda elimizde net rakamlar yok, fakat hükumetin sadece küçük esnafı kapsayan son “kapanma” tedbirinden sonra zincir market hisselerinin bir günde yüzde 3 civarında arttığını, buna karşılık ülkenin çeşitli yerlerinden intihar haberlerinin geldiğini biliyoruz.

 

SİNDEMİ

 

Bazı bilim insanlarının yaşadığımız süreci “sindemi” (sinerjinin “sin” ve pandeminin “demi” kısımlarının birleştirilmesiyle türetilmiş bir kavram) olarak tanımladığını belirten editörler, sağlık hizmetlerine erişimin yetersiz olması, halk sağlığı kurumlarının zayıf düşürülmesi, sağlıkçıların eşitsiz dağılımı ve aşı temin edilememesi gibi “sosyal” faktörlerin salgının etkilerinin çok daha ağır hissedilmesine neden olduğunu ifade ediyorlar.

 

Diğer bir deyişle ülkelerin sağlık sistemleri özelleştirme ve piyasalaştırma nedeniyle bu kadar güçten düşürülmese ve sağlık hizmeti yurttaşlar için bir hak ve devlet için bir ödev olarak örgütlenmiş olsaydı, pandemi bu kadar hasara yol açamayacak ve daha kolay kontrol altına alınabilecekti.     

 

Gerçekten de Türkiye’de bugün çekilen sıkıntıların, kendi aşılarımızı ürettiğimiz Hıfzıssıhha Enstitüsü’nün ve ülkemizde bulaşıcı hastalıklarla mücadelede uzmanlaşmış Sağlık Ocakları’nın kapatılmasından kaynaklandığını çok iyi biliyoruz.

 

Eğer sağlığı özelleştirmek ve piyasalaştırmak için Hıfzıssıhha Enstitüsü kapatılmamış olsaydı, bugün aşımızı kendimiz üretebilecek ve aşı tedariğinde sıkıntı yaşamayacaktık. Yine Sağlık Ocakları kapatılmasaydı, etkin bir filyasyon ve sürveyans ile salgın çoktan kontrol altına alınmış olacaktı. Oysa birinci basamak özelleştirilerek örgütlenen Aile Hekimliği sistemi salgın karşısında çaresiz kalıyor.

 

BAKAN ERSOY NEDEN BU KADAR ÜMİTVAR?

 

Eğer Medicc Review editörleri kaygılarında haklıysa, önümüzdeki günlerde Turizm Bakanı Ersoy’u kötü sürprizler bekliyor olmalı diye düşünebilirsiniz. Fakat yanılırsınız.

 

Yanılırsınız, çünkü Türkiye oyunu tek başına oynamıyor. Nasıl 17 Mayıs’ta Türkiye dünyaya vaka sayısını 5 binin altına düşürdüğünü ve turizm için güvenli olduğunu açıklamaya hazırlanıyorsa, karşı tarafta da bu açıklamayı bekleyen ve yurttaşlarını Türkiye’de ucuz tatil yapmaya göndermeye hazırlanan birçok ülke var.

 

Ne dışarıdan PCR testi olmadan gelenlerin Türkiye’ye getireceği virüs umurumuzda, ne de Türkiye’ye ucuz tatil için gelecek turistlerin buradan alacakları virüs onların umurunda. Önemli olan tek şey zincir otelleriyle, turlarıyla, sigorta şirketleriyle vb turizm sektörünün canlanması.

 

Kübalı editörler salgının geleceğine ilişkin kaygılıyken, aynı zamanda ETS tur, Maxxroyal otelleri, Atlas jet ve Voyage Turizm’in de sahibi olan Turizm Bakanı Ersoy, salgının biteceği konusunda değil, turizmin canlanacağı konusunda ümitvar.  Yani aynı telden çalmıyorlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder