Hükumetin ekonomide aldığı son kararlar birçokları tarafından “çılgınlık” olarak algılandı. Merkez Bankası’nın faizleri hükumetin talebi doğrultusunda indirmeyi sürdürmesi, dahası önümüzdeki aylarda da indirmeye devam edeceğini söylemesi “çılgınlık” olarak değerlendiriliyor. Fakat Cumhurbaşkanı’nın son konuşmalarından bu eleştirileri hiç umursamadığını ve bildiğini yapmaya devam edeceğini anlıyoruz.
Aslında pandemide de çok benzer bir
süreç yaşamadık mı? Dünya üzerindeki birçok hükumet, bilim insanlarının pandemi
ile mücadele için önerdiği “test – izolasyon – karantina” yöntemi yerine, en az
bugün AKP’nin faiz indirimi kadar “çılgınca” olan “sürü bağışıklığı” yöntemini
benimsemediler mi? Bütün bilimsel eleştirilere rağmen hala “sürü bağışıklığı”
politikasını izlemeye devam etmiyorlar mı?
Bu yazımızda AKP faiz indirimiyle
düze çıkar mı, pandemi sürü bağışıklığıyla söner mi gibi sorulardan çok, bu “çılgınlıklar”
nasıl yapılabiliyor sorusuna yanıt aramaya çalışacağız.
TARİHTEKİ BÜYÜK ÇILGINLIKLAR
Yakın tarih, dünyanın “faiz indirimi”
veya “sürü bağışıklığı” çılgınlıklarından çok daha büyük çılgınlıklarla dolu.
Avrupa’da faşizmin iktidara gelmesi (Mussolini, Hitler, Franko), ardından gerçekleşen
iki büyük dünya savaşı, Japonya’nın Pearl Harbour bombardımanı ve bütün bunlar
yaşanalı daha bir asır geçmemişken bugün El Kaide, IŞİD gibi örgütlerin
dünyanın başına bela edilmesi, Avrupa’da faşizmin yeniden tırmanışa geçmesi,
ABD’de Trump’ın, Brezilya’da Bolsanaro’nun “seçilmesi”…
İnanın bu liste sayfalarca
uzatılabilir. Bunların hiçbiri, diğerinden daha az “çılgınlık” değildir ve her
biri milyonların yaşamına mal olmuştur.
Peki, dünya göz göre göre büyük bir
çevresel felakete ilerlerken, bu felakete yol açan politikaların sürdürülmeye
devam edilmesine ne demeli? Her gün dünyanın başka bir köşesinden, yaklaşan
çevre felaketinin haberci görüntüleri geliyor. Bir gün kutuplardan kopan yeni
bir buzul kitlesine, başka bir gün iklim değişikliğinin tetiklediği bir sel
felaketine veya günlerce söndürülemeyen yangınlara tanık oluyoruz. Bütün bunlar
herkesin gözü önünde olurken, hiçbir hükumetin tek bir somut adım atmaya
yanaşmaması “çılgınlık” değil mi?
ÇILGINLIKLARIN ORTAK PAYDASI
Bu çılgınlıkları sayfalarca uzatmak
mümkün. Ancak gelin konuya bir başka “açıdan” bakmaya çalışalım. Bütün çılgınlıklardan
en çok zarar kim zarar görüyor? Avrupa’da faşizmin iktidara gelmesinden, iki
büyük dünya savaşından toplumların en çok hangi kesimleri zarar gördü? Ya da
pandemiyle mücadelede “test – izolasyon – karantina” yerine, “sürü bağışıklığı”
yönteminin tercih edilmesinden toplumların en çok hangi kesimleri zarar
görüyor? Yarın dünyada sular yükselirse, toplumun hangi kesimleri yükselen
suların altında kalacak?
Bu soruların ikirciksiz yanıtı toplumun
“yoksul” ve “emekçi” kesimleri, diğer bir deyişle toplumun geçimlerini emek-güçlerini
satarak sağlayan kesimleridir. Savaşlarda da onlar ölür, salgın hastalıklarda
da. Tarih boyunca yaşanan bütün “çılgınlıklardan” her zaman emekçiler zarar
görmüştür. Bugün AKP’nin faiz indirimi kararından da en çok toplumumuzun emekçi
kesimleri zarar görüyor. Türkiye sermayesi, bu kararın sonucu olarak iyice
körüklenecek olan enflasyondan kârlı çıkacak tek kesimdir.
Şimdi yeniden sorumuza dönelim:
hükumetler çoğu kez emekçilerin yaşamına mal olan bu çılgınlıkları nasıl
yapabiliyorlar?
EMEĞİN TEK GÜCÜ ÖRGÜTLÜLÜĞÜDÜR
Hükumetlerin pervasızca çılgınlıklar
yapabilmelerini sağlayan ortam, tarihteki ve günümüzdeki çılgınlıkların ortak
paydası, “emeğin örgütsüzlüğüdür”. Hükumetler çılgınlıklarını emeğin
örgütsüzlüğünden cesaret alarak yapabilmektedir.
Bir toplumda emeğin örgütlülüğünün
somut göstergeleri, emekçilerin ekonomik-demokratik ve politik örgütlülük
düzeyleridir.
Bugün Türkiye’de ve dünyanın birçok
ülkesinde işçilerin ve emekçilerin “sendikalaşma” oranlarının, tarihin en düşük
düzeylerinde olduğunu görüyoruz. Dahası mevcut sendikaların ezici çoğunluğu
hükumet veya sermaye güdümlü “sarı” sendikalardır.
Benzer şekilde işçilerin ve
emekçilerin büyük çoğunluğu politik olarak “soldan” uzaklaşmıştır. Kuşkusuz
bunda politik soldaki liberalleşmenin, bireyci ideolojinin sol içinde de
yaygınlaşmasının ve solun “kimlik” politikalarına boğulmasının da büyük payı
vardır. Fakat sonuçta emekçiler ne sol partilere giriyor, ne de oy veriyorlar.
SORUN ÖRGÜTSÜZLÜKSE, ÇÖZÜM ÖRGÜTLÜLÜKTÜR
İşçiler ve emekçiler, hükumetlerin
çoğu kez sonuçları kendi yaşamlarına mal olan “çılgınlıklarına” ancak
örgütlenerek ve üretimden gelen güçlerini kullanarak engel olabilirler.
Şüphesiz “üretimden gelen gücü” ekonomik
mücadele dışında da kullanabilmek belirli bir “bilinç” düzeyi gerektirir. Ancak
işçilerin ve emekçilerin “kendiliklerinden” bu bilincine erişemeyeceklerini, bu
bilincin “dışarıdan” gelmek zorunda olduğunu da biliyoruz. O halde “ne
yapmalı”?
Maalesef bugün işçilerin ve
emekçilerin örgütlülük düzeyi, tarihte “ne yapmalı” sorusunun ilk kez sorulduğu
günlerden dahi çok geridedir. “Ne yapmalı” 1902 senesinde, işçilerin
“sendikalarda” örgütlenmesi, “ekonomik mücadele” vermesi yetmez, “siyasal”
örgütlülük ve mücadele gerekir diyordu. Oysa 2021 yılının işçileri sendikalarda
dahi örgütlenmiyor.
Ancak daha da beteri, işçilere sınıf
bilincini taşıyacak olan solun, işçiler yerine “kendisini” örgütleme çabası
içinde olmasıdır. Sınıf mücadelesini “kendi” eylemlerine indirgeyen sol
partiler, asli görevleri olan işçilerin ve emekçilerin bilinçlendirilmesi
görevini bir kenara bırakmış, “gündelik politika” peşinden koşmakta, örgütsüz
kitleleri “sokağa” çağırmaktadır.
Görüldüğü kadarıyla işçiler ve
emekçiler, kimi sol örgütler tarafından yapılan sokak çağrılarına yanıt
vermiyorlar. Gerçi yanıt verseler dahi, bu yanıt “örgütlü” bir yanıt olmayacağı
için anlamlı bir sonuç vermeyecek. Çünkü işçiler ve emekçiler, ancak “örgütlü”
güçleriyle sokağa çıktıklarında, diğer bir deyişle üretimden gelen güçlerini
kullandıklarında anlamlı sonuçlar alabilirler.
O halde solun artık çözümün işçilerin
ve emekçilerin örgütlenmesinden geçtiğini görmesi ve bütün çabasını buraya harcamaya
başlaması gerekir. Örgütsüz emekçileri sokağa davet etmek solculuk
değildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder