Zaman uçuyor. Çin’de ilk COVID 19 vakalarının çıkması üzerinden neredeyse iki yıl geçti. İki yıldır pandemiyle yatıyor, pandemiyle kalkıyoruz. Üçüncü yılına girmekte olduğumuz pandemiden ne zaman “çıkılacağı” kestirilemiyor. Sonbahara kısıtlamaları kaldırıp, okulları açıp, maskelerini bir kenara fırlatarak giren dünya, şimdi yeniden “kapanmaya” başladı. Acaba seneye bu zamanlar yazımızın başlığı “pandeminin dördüncü yılına girerken” mi olacak?
Gerçi pandemiye karşı tutumumuz iki
yıl öncesinden oldukça farklı. Anımsayın. 2020 yılının ilk yarısında bugünkünün
yanında devede kulak sayılabilecek vaka ve ölüm sayıları karşısında okulları
kapatıyor, seyahatleri kısıtlıyor, yaşlıları eve hapsediyorduk. Şimdi günlük
vaka ve ölüm sayıları artık medyada “hava durumu” veya “piyasa bilgileri” gibi
verilmeye başlandı, “rutine” girdi, alıştı(rıldı)k.
BİZDE VE DÜNYANIN GERİ KALANINDA PANDEMİ LİTERATÜRÜ
Uluslararası literatüre bakıldığında,
Türkiye dışında hemen bütün ülkelerde bilim insanlarının pandeminin doğasına,
mücadele yöntemlerinin etkinliğine, aşıların koruyuculuğuna ve salgınla ilgili
birçok konuya ilişkin bilimsel araştırmalar yaptıklarını ve elde ettikleri
sonuçları yayınladıkları görülüyor.
Örneğin sadece son ayın literatürüne
bakıldığında, İranlı akademisyenlerin çeşitli ülkelerin sağlık politikalarıyla
COVID 19 prevalansı arasındaki ilişkiyi tartıştığını, Hindistan’dan
araştırmacıların hükumet politikalarının salgını kontrol altına almakta
etkinliğini analiz ettiklerini, Brezilyalı bilim insanlarının Rio De Janeiro hastanelerinde
yatan COVID 19 vakalarınının sosyodemografik özelliklerini, eşlik eden
hastalıklarını, sergiledikleri belirti ve bulguları coğrafyaya göre değerlendirdikleri
görülüyor.
Aslında Türkiye yeryüzünde pandemiden
en çok etkilenen birkaç ülkeden biri. 8,5 milyon vaka ile dünyada en çok vaka
görülen altıncı ülkeyiz. Kimilerine göre 75, diğerlerine göre 150 bin can
yitirdik. Fakat diğer yandan dünyada bizdeki vaka ve ölüm sayılarının onda
birine dahi sahip olmayan onlarca ülkeden bilim insanları, hemen her gün COVID
19 konusunda yeni yayınlar yaparken, bizden dişe dokunur hiçbir şey
çık(a)mıyor.
Çünkü bütün dünyada hükumetler salgın
verilerini en azından bilim insanlarıyla paylaşırken, Sağlık Bakanlığı’nın ülkemizdeki
COVID 19 verilerini, üniversitelerimizden ve bilim insanlarımızdan, hatta zaman
zaman basına yaptıkları açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla “kendi bilim
kurulu üyelerinden”, devlet veya rejim sırrı olarak kıskançlıkla gizlemesi nedeniyle
bizim elimiz kolumuz bağlı.
Oysa bu süreçte Sağlık Bakanlığı
tarafından birçok tıbbi ve tıbbi olmayan müdahaleler gerçekleştirildi. Acaba bu
müdahaleler ne kadar etkili oldu? Başarı ve başarısız girişimlerimizi analiz
ederek, geleceğimiz için dersler çıkartabilirdik.
DÜNYA SALGINDAN DERS ALIYOR
Buyurun ABD’den bir çalışma:
Bilindiği gibi birçok ülkede salgınla
mücadelede alınan başlıca tedbirlerden biri, “evde kal” çağrısıydı. ABD
“federal” bir devlet örgütlenmesine sahip olduğu için bu çağrı farklı eyaletlerde
farklı biçimde uygulandı. Colorado ve Washington eyaletleri evde kalmayı
“zorunlu” kılarken, Massachusetts eyaleti “tavsiye” ile yetindi.
ABD’li bilim insanları da acaba bu
iki uygulama arasında bir fark oldu mu diye bir araştırma tasarlıyor. Tabii orası
Türkiye değil, gereksindikleri bütün veriler ellerinin altında.
Araştırmacılar evde kal çağrısının “tavsiye”
niteliğinde yapıldığı yerlerde vaka sayılarının, vaka/ölüm oranının ve ölüm
hızlarının “zorunlu” kılınan yerlere göre çok daha yüksek olduğunu buluyorlar. Aslında
bu çok da sürpriz bir bulgu değil. Muhtemelen aklı başında herkes bunu tahmin
edebilirdi. Asıl şaşırtıcı olan bundan sonrası…
Bilindiği gibi sermaye çevreleri “zorunlu”
evde kal çağrısının ekonomiyi olumsuz etkileyeceğini savunuyordu ve sermaye
yanlısı hükumetler bu konuda “ekonomik” gerekçelerle ikircikli davrandılar.
Oysa araştırmacılar bu süreçte evde kalmanın zorunlu kılınmadığı Massachusetts
eyaletinde salgının ekonomik maliyetinin 107,2 milyar dolara ulaştığını, fakat
beklentilerin tam tersine evde kalmanın zorunlu kılındığı Washington’da 24,9
milyar ve Colorado’da 23,9 milyar dolarda kaldığını buldular.
Böylece bilim sayesinde bir şehir
efsanesi daha tarih oldu ve zorunlu izolasyon – karantina uygulamasının
ekonomiyi daha olumsuz etkileyeceği safsatası yerle bir edildi. Aksine
sermayenin çok korktuğu zorunlu izolasyon – karantina uygulamasının ekonomi
için çok daha iyi sonuç verdiği ortaya çıktı. Hem de sadece emekçiler için
değil, patronlar için de…
Şüphesiz bilim evrenseldir. Şimdi ABD’de
yapılan bu araştırma salgınla mücadelede sadece ABD’ye değil bütün dünyaya yol
gösterecek. Fakat böyle katkılar bizden de çıkabilse iyi olmaz mıydı? Sağlık
Bakanlığı salgın verilerini şeffaf bir şekilde bilim insanlarımıza açsa, bizden
de dünyaya salgınla mücadelede yol gösterici olacak araştırmalar çıksa kötü mü
olurdu?
Salgının üçüncü yılına giriyoruz ve
hala elimizde ülkemizdeki vaka ve ölümlerin detaylarına ilişkin hiçbir veri
yok. Örneğin okullar açıldığından beri COVID 19 nedeniyle kaç çocuğumuzu
yitirdiğimizi bilmiyoruz. Çünkü vakalar yaş gruplarına göre yayınlanmıyor. Çünkü
Sağlık Bakanlığı iki yıldır verilerin turşusunu kuruyor.
ŞARKISINI DAHİ YAZAMIYORUZ
Türkiye yeryüzünde pandeminin
etkilerinin en ağır hissedildiği ülkelerden biri. Nüfusumuzun onda biri
hastalandı, on binlerce insanımız günlerce yoğun bakımlarda süründü. Ya
sevdikleri, yakınları yoğun bakımda ölümle cebelleşenler? Pandemide kaç kişinin
işini, aşını yitirdiğini bilmiyoruz. Belki de pandeminin getirdiği
olumsuzluklardan en az etkilenenlerden biriyim, kaybımın diğerlerininkinin
yanında sözü edilmez, fakat ben de uluslararası seyahat kısıtlamaları nedeniyle
Almanya’da doğan torunumu görmeye gidemedim.
İstisnasız bütün Türkiye’nin pandemiden
şu veya bu şekilde, fakat mutlaka bir biçimde etkilenmiş olmasına rağmen, COVID
19’un hala sanatımıza, edebiyatımıza girememiş olması acaba tesadüf mü?
Bu konu geçtiğimiz hafta Çanakkale
Gölge Kitabevi’nde müzik tarihçisi Murat Meriç’in gerçekleştirdiği “Şarkılarla
Memleket Tarihi” başlıklı sunumda gündeme geldi. Meriç ülkemizde tarih boyunca
toplumu etkileyen bütün olayların “şarkılarımıza” yansıdığını anlattı. O kadar
ki, ülkemize “daktilonun” girişi dahi şarkılarımıza konu olabilmiş.
Bu bağlamda çok sayıda sağlık sorunu
da şarkılara konu olmuş. Sanatçılar insanların acılarını, ıstıraplarını
dizelere, notalara dökmüşler. Meriç bunlar arasında “verem” hastalığını örnek
verdi ve salgının başlaması üzerinden iki yıl geçmiş olmasına rağmen henüz COVID
19 için bir şarkı yazılmamış olmasının ilginç olduğunu söyledi.
Bence ülkemizde sanatçıların
üretimlerinde COVID 19’u işleyememelerinin nedeni, bilim insanlarının COVID
19’a ilişkin bilimsel üretim yapamamalarıyla aynı. Elimizde “veri” yok! Veri
olmadığı için ne sanatçılar, ne de bilim insanları olan biteni imbiklerinden
geçirip damıtabiliyor.
Tam olarak özümseyemediğiniz,
kavrayamadığınız, sadece “seyrettiğiniz” bir olgunun bilimini yapamadığınız
gibi, sanatını da yapamazsınız…
Not: Yazıda aktarılan çalışmalara
ilişkin bilgilere, International Journal of Health Services dergisinin son
nüshasından erişilebilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder