Translate

29 Temmuz 2022 Cuma

Uranyum madenciliğinin sağlık etkileri

 


Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü’nün (MTA) 25 Haziran’da Çanakkale’nin Ayvacık ilçesine bağlı Arıklı Köyü yakınlarında Uranyum ve Toryum madenleri için 3.800 hektarlık bir alanda sondaj çalışmalarına başlaması bölgede yaşayanları tedirgin etti.

 

Kısa sürede “Arıklı Dayanışması” adı altında örgütlenen bölge halkı, çalışmaların Çevre Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporu olmadan yürütülmesi nedeniyle 6 Temmuz’da Kaymakamlığa dilekçe verdi ve Savcılığa suç duyurusunda bulundu. Bölgede yaşayanlar Uranyum madenciliğinin kendi sağlıklarını tehlikeye atacağını ve çevreye (doğaya) zarar vereceğini düşünüyorlar. Haksız da sayılmazlar.

 

NEDEN ARIKLI, NEDEN ŞİMDİ?

 

Arıklı bölgesinde Uranyum cevheri bulunduğu bir sır değil. MTA bölgede daha 1960’larda sondajlar yapmış ve bölgede 250 ton kadar rezerv bulunduğunu belirlemiş. Fakat muhtemelen 1960’larda Türkiye’nin cevheri işleyecek teknolojisi olmadığından, 1980’lerde ise piyasada Uranyum fiyatının çok düşmesi nedeniyle cevherin çıkartılması “kârlı” bulunmamış. Yine 1977 yılında planlanan 300 – 400 magawattlık bir reaktör kurulması projesinden de muhtemelen aynı nedenle vazgeçilmiş.

 

Aslında Manisa’da (Köprübaşı) 2.500 ve Aydın’da 1.700 tonluk daha zengin kaynaklar var fakat Arıklı’daki rezervin tenör oranı (cevherin içerisinde bulunan değerli metal miktarı) binde 1 gibi oldukça iyi bir oran. Örneğin Manisa’da 1 kg Uranyum elde etmek için 5 ton cevher çıkartmak gerekliyken, Arıklı’da 1 ton cevher çıkartmak yeterli.  

 

Şimdi özellikle Ukrayna savaşıyla birlikte dünyada zaten var olan “nükleer enerji” yöneliminin güçlenmesiyle Uranyum fiyatlarının artması iştahları kabartmış olabilir. Bugün Uranyum’un kilosu 50 ABD doları civarında. O halde 250 ton rezerv çıkartılabilirse, 12 milyon 500 bin dolarlık bir gelir söz konusu. Diğer yandan Akkuyu nükleer santralı da hazır müşteri…

 

URANYUM MADENCİLİĞİ

 

Türkiye’de birkaç küçük girişim dışında ciddi bir Uranyum madenciliği tarihimiz olmadığından, başka ülkelerin deneyimlerine bakmakta fayda var.

 

Çok eskilere gitmeden, Uranyum madenciliğinin esas olarak ABD’nin 1941 yılında atom bombası yapmak için başlattığı “Manhattan Projesi” ile yaygınlaştığını ve aslında 1500’lü yıllardan beri bilinen sağlık etkilerinin çok daha “görünür” hale geldiğini söyleyebiliriz. Bu süreci en iyi anlatanlardan biri Oklahoma Üniversitesi’nden Dr. Traci Brynne Voyles.

 

Voyles, 2015 yılında yayınlanan “Wastelanding: Legacies of Uranium Mining in Navajo Country” (Çoraklaştırma: Navaho Bölgesinde Uranyum Madenciliğinin Mirasları) başlıklı kitabında, bölgede 1942’den başlayıp, 1980’lere kadar devam eden Uranyum madenciliğini anlatıyor.

 

Başlangıçta çok gizli bir “askeri” etkinlik olarak yürütülen çalışmaların, çalışanlar ve bölge halkı üzerindeki “sağlık etkileri” ancak 1950’lerde “görünür” hale geliyor. U.S. Public Health Service (ABD Halk Sağlığı Hizmetleri) bölgeye Uranyum madenleri ve işleme tesislerinin sağlık üzerine etkilerini araştırmak üzere bir heyet gönderiyor.

 

Heyet Temmuz 1950’den, Mayıs 1952’ye kadar  50 maden ve 8 tesiste ortamdaki radyasyonu ölçüyor ve madenlerde ve tesislerde çalışan 1.117 işçiyi sağlık muayenesinden geçiriyor. 1952 yılında yayınlanan raporda madenlerde işçilerin maruz kaldığı radyasyonun “çok yüksek” olduğu belirtiliyor fakat işçilerde radyasyon kaynaklı sağlık sorunlarına rastlanmıyor.

 

İşçilerde bu muayenelerde akciğer kanserine rastlanmaması çok doğal, çünkü radyasyona maruz kalan işçilerde akciğer kanseri maruziyetten 10 yıl sonra gelişmeye başlıyor. Elbette bunu raporu hazırlayan hekimler çok iyi biliyorlar. 

 

URANYUM MADENCİLİĞİNİN SAĞLIK ETKİLERİ 500 YILDIR BİLİNİYORDU

 

Aslında henüz uranyum elementinin bilinmediği çağlarda bile madenlerdeki Uranyumun akciğer kanserine yol açtığı biliniyordu. Almanya – Çekya sınırında bulunan Erz dağlarındaki Uranyum yataklarında çalışan madenciler arasında ölüm hızının çok yüksek olduğu daha 1500’lerde fark edilmiş, Agricola madencilerin akciğerlerini etkileyen bu hastalığın önlenmesi için madenlerin havalandırılması gerektiğini söylemişti.

 

1879 yılında Almanya’da Schneeberg madenlerinde çalışan işçilerin akciğerlerindeki hastalığın kanser olduğu anlaşıldı ve sonra da 1899’da bu hastalığa uranyum madenlerinde biriken Radon gazının neden olduğu keşfedildi. 1925 yılında Almanya’da “Schneeberg Akciğer Kanseri” bir meslek hastalığı olarak kabul edildi ve 1932’de uranyum madeninde çalışan işçilerden kanser olanlara tazminat ödendi.

 

Dolayısıyla Navaho bölgesinde işçilere sağlık taraması yapan hekimler, işçilerde sadece birkaç yıl sonra akciğer kanseri gelişmeye başlayacağını çok iyi biliyorlardı. Nitekim 1960’lı yıllarda vakalar ortaya çıkmaya başladı.

 

NAVAHOLAR KANSERE BAĞIŞIK MI?

 

Uranyum madenlerinde çalışan işçilerde akciğer kanseri gelişeceğini konuyla ilgili herkes biliyordu. ABD Halk Sağlığı Hizmetleri’nin işçilerde akciğer kanserine rastlanmadığını rapor etmesi üzerine, Dr. C. G. Salsbury de bu durumu 1956 yılında Arizona Medicine dergisinde yayınlanan “Cancer immunity in the Navajo” başlıklı makalesinde, Navaho yerlilerinin “kansere bağışık” olmalarıyla (!) açıklamaya çalıştı. Dahası Navaho yerlileri kansere karşı bağışık olmalarını da “yoksul diyetlerine” borçluydu.

 

Ancak ABD’de dürüst bilim insanları, bölgedeki 6 bin Uranyum madencisinden 600 – 1.000 kadarında 1970 yılına kadar kanser gelişeceğini öngördüler. Gerçekten de ABD Halk Sağlığı Hizmetleri tarafından yürütülen izlem bir çalışmasında 3 bin madenciden 144’ü akciğer kanseri nedeniyle yaşamını yitirdi. Bu sonuç Uranyum madencileri arasında akciğer kanseri nedeniyle ölüm hızının genel topluma göre 4 kat daha yüksek olduğunu gösteriyordu.

 

1970’lerin ikinci yarısında tek sorunun akciğer kanseri olmadığı ortaya çıktı. Navaho yerlileri arasında mide kanseri vakaları da hızla artmaya başladı. Fakat çok daha çarpıcı olan, madenciler dışında, madenlere ve işleme tesislerine yakın yerlerde yaşayan bölge halkı arasında da vakalar görülmesiydi.

 

1979 yılında Pine Ridge’deki Halk Sağlığı Hizmetleri, bölgedeki gebeliklerin yüzde 38’inin gebeliğin beşinci ayından önce kendiliğinden düşükle sonlandığını bildirdi. Yine doğan bebeklerin yüzde 60 – 70 kadarında akciğerlerde gelişme geriliği nedeniyle solunum güçlüğü vardı. Ayrıca doğumsal yarık damak ve çarpık ayak deformiteleri görülüyordu.

 

BARDAĞI TAŞIRAN SON DAMLA

 

16 Temmuz 1979’da Navaho bölgesi içinde yer alan Church Rock (Kilise Kayası) Uranyum madeninde ABD tarihinin en büyük radyoaktif atık sızması meydana geldi ve 1.100 ton radyoaktif atıkla birlikte 93 milyon galon atık çevreye ve yerlilerin içme sularını da sağladıkları Puerco nehrine döküldü.

 

Nehirde radyasyon düzeyi normal düzeyin 6 bin katı kadar ölçüldü. Bölgede yaşayanlar tahliye edildi fakat yerlilerin nehirden su içen bin kadar küçük ve büyük baş hayvanı telef oldu. Bu olay Navaho halkını harekete geçirdi ve bölgede Uranyum madenciliğine son verilmesi için mücadele başladı.

 

Aslına bakılırsa Church Rock felaketinin yaşandığı dönemde, 1970’den beri dört kat artan Uranyum fiyatları inişe geçmişti. Bunun da etkisiyle Navaho yerlilerinin mücadelesi kısa sürede sonuç verdi ve bölgedeki yüzlerce Uranyum madeni ve bunların işleme tesisleri kapandılar ve bölgeyi terk ettiler. Tabii arkalarında zararlı etkileri çok uzun yıllar sürecek radyoaktif atıklar, atık havuzları, radyoaktif madde bulaşık alanlar bırakarak…

 

1980’li yıllarda Uranyum madenlerinde çalışanların genel topluma göre akciğer kanserine 56, mide kanserine 82, karaciğer kanserine 200, prostat kanserine 50, idrar kesesi ve pankreas kanserine 60 kat daha fazla yakalandıkları ve ortalama yaşam beklentilerinin sadece 46 yıl olduğu bilimsel olarak ortaya kondu.

 

GÜNÜMÜZDE URANYUM MADENCİLİĞİ  

 

Artık 1940’larda değiliz. Herkes Uranyum nedir, radyasyon nedir az çok biliyor. Bu nedenle bugün Uranyum madenciliği yapmak eskisi kadar “kolay” değil.

 

OECD Nükleer Enerji Ajansı’nın 2014 yılında yayınladığı “Managing Environmental and Health Impacts of Uranium Mining” (Uranyum Madenciliğinin Çevresel ve Sağlık Etkilerinin Yönetimi) başlıklı kitapta, Uranyum madenciliğinin “erken” dönemlerinde yaşanan olumsuzluklar nedeniyle toplumların endişeli oldukları, fakat bugün korkulacak bir şey kalmadığı iddia ediliyor.

 

Ajans’a göre “eskiden” yaşanan sorunların nedeni Uranyum madenciliği ve işlemesinin “askeri amaçlı” yapılmasıydı. Meslek örgütleri, sivil toplum kuruluşları, hatta devletin diğer kurumlarının gözünden uzak, büyük bir gizlilik içinde çalışılıyordu. O yıllarda teknoloji de çok geriydi. Mevzuat çok yetersizdi. Bütün bunlar bir araya gelince işçiler çok yüksek doz radyasyona maruz kaldı, çevre zarar gördü ve maden yakınlarında yaşayanlar olumsuz etkilendi.

 

Oysa şimdi yeni teknolojiler, kılı kırk yaran mevzuat, yüksek kapasiteli havalandırma sistemleri, sürekli radyasyon ölçümleri ve modern madencilik yöntemleri sayesinde Uranyum madenciliği “en güvenli” sektörlerden biri haline geldi (!).   

 

RANGER MADENİ NÜKLEER ENERJİ AJANSINI YALANLIYOR

 

Aslında Nükleer Enerji Ajansı’nın eski madencilik ile yeni madencilik arasındaki sıraladığı farkların hepsi istisnasız doğru fakat eski madenciliğin kapanıp, yeni madencilik döneminin başladığı dönemde Avustralya’da faaliyete giren Ranger madenindeki duruma bakıldığında, çalışanlar, bölgede yaşayanlar ve doğal çevre açısından pek bir şey değişmiş görünmüyor.

 

Ranger Uranyum madeni 1980 yılında hizmete girdiğinde Kanada’nın McArthur River ve yine Avustralya’nın Olympic Dam Uranyum madenlerinden sonra dünyanın en büyük üçüncü Uranyum madeniydi. İşleme tesislerinde yılda 4 bin ton Uranyum oksit elde eden maden, 1,5 milyon ton radyoaktif atık çıkartıyordu.

 

Etrafa Radon gazı yayılmaması için nükleer atıkların 2 metre kalınlığında su tabakası altında saklanması gerekiyordu fakat “yağışsız” mevsimde bu sağlanamıyordu. “Yağışlı” mevsimde ise nükleer atık havuzları sık sık taşıyor ve atıklar çevreye yayılıyordu.  1981 – 2012 arasında bu tür en az 120 “kaza” yaşandı.

 

2004 yılında madende çalışan işçilerin içtiği suda normalin 400 katı Uranyum bulunduğu anlaşılınca maden geçici olarak kapatılarak bakıma alındı. 2009 yılında nükleer atık havuzundan Milli Park içindeki Gulungul nehrine 6 milyon litre radyoaktif su karıştı. 2011 yılında nükleer atık havuzu taşma tehlikesi gösterince maden yine 6 ay bakıma alındı.

 

2009 yılında “dünyanın en modern madeninin” nükleer atık havuzunun günde 100 bin litre radyoaktif su sızdırdığı ve yeraltı sularını taşıdığı ağır metallerle, toksik kimyasallarla ve radyum, uranyum gibi radyoaktif maddelerle kirlettiği anlaşılınca madenin tamamen kapatılması gündeme geldi.

 

Fakat madenin sonunu getiren olay 2013 yılında asit tankının patlaması ve bir milyon litre asitli çözeltinin çevreye yayılması oldu. İşçiler hemen tahliye edildi ve üretim tamamen durduruldu.  

 

İşleme tesisleri maden kapatıldıktan sonra 2021 yılına kadar çıkartılmış olan cevheri işlemeye devam etti. Maden ve işleme tesisinin içinde bulunduğu Kakadu bölgesinde halk uzun zamandır bölgede düşüklerin, ölü doğumların, doğumsal bozuklukların arttığından yakınıyordu. Son olarak bölgedeki kanser vakalarının da beklenenden yüzde 90 fazla görülmesi üzerine şirket çalışmalarını tamamen durdurmak zorunda kaldı.  

 

Sonuçta OECD Nükleer Enerji Ajansı’nın eleştirdiği 1940 – 1980 dönemindeki “eski” Uranyum madenciliği ile övdüğü 1980 – 2021 dönemi “modern” Uranyum madenciliği arasında işçilerin ve bölgede yaşayanların sağlığı ve doğal çevreye zarar verilmesi yönünden çok fark olmadığı ortaya çıktı.

 

ARIKLI’YA DÖNERSEK

 

Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi MTA bölgede 1961 – 1982 yılları arasında 56 sondaj yapmış ve çok sayıda hendek ve kuyu açmış.

 

2015 yılında Arıklı bölgesindeki radyoaktivite düzeyini belirlemek amacıyla ölçümler yapan araştırmacılar, özellikle MTA’nın sondaj yaptığı yerlerde ve çevresinde çok yüksek değerlerle karşılaşmışlar. Derinliği 5 metreyi bulan bir hendekte dış ortam gama doz hızı 16.425 nGy/h bulunmuş. Sondaj atıklarının bulunduğu yerlerde gama doz hızı ortalama 6.991 nGy/h ölçülmüş (dünya ortalaması 59 nGy/h).

 

Araştırmacılar Arıklı tüfünün ana yapı malzemesi olarak ve iç duvar sıvası olarak Arıklı tüfünün alterasyon ürünü olan toprağın kullanıldığı konutlarda ev içi ortamı gama dozlarını ortalama 265.78 nGy/h bulmuşlar (dünya ortalaması 84 nGy/h). Bu bulgular TAEK tarafından 2012 yılında yayınlanan evlerde Radon gazı yoğunlukları haritasıyla uyum içinde. TAEK bu haritada Çanakkale’yi ev içi Radon aktivite konsantrasyonu “en yüksek” iller arasında gösteriyor.

 

Son olarak araştırmacıların bu konutlarda yıllık etkin doz eşdeğerini (AEDEin) 1.30 mSv/yıl (tehlike sınırı 1 mSv/yıl) ve yaşam boyu aşırı kanser riskini (ELCRin) 5.72 olarak hesapladıklarını (dünya ortalaması 1.16) belirtelim.

 

Görüldüğü gibi Arıklı bölgesinde yaşayanlar MTA yeni sondaj çalışmaları yapmasa da zaten çok tehlikeli düzeyde bir radyasyona maruz kalıyorlar. Bir an önce bu sorunun üzerine gitmek yerine, bölge halkının daha çok radyasyona maruz kalmasına neden olabilecek adımlar atmak, cinayet teşebbüsüdür.

 

ÇANAKKALE’DE KANSER ÖLÜMLERİ

 

Çanakkale İl Sağlık Müdürlüğü’nün 2001 yılında bölgede yaptığı bir epidemiyolojik çalışmanın sonuçları, 1995 – 2000 yılları arasında bölgede meydana gelen 308 ölümün 60’ının (yüzde 19,5) kansere bağlı olduğunu gösteriyor. Bu dönemde Türkiye’de kansere bağlı ölümlerin bütün ölümlere oranının yüzde 10,8 olduğu dikkate alınırsa, bölgedeki kansere bağlı ölümlerin Türkiye ortalamasının iki katına çok yakın olduğu söylenebilir.

 

Yine Sağlık Bakanlığı tarafından yayınlanan 2019 yılı Sağlık İstatistikleri’nde de Çanakkale’nin Türkiye’de kanser nedeniyle ölümlerin en sık görüldüğü illeri arasında bulunduğunu görüyoruz.

 

O halde bölgede yeni sondajlar yapmak yerine, bölgedeki aşırı kanser ölümlerinin nedenlerini araştırmak ve halen yüksek radyasyona maruz kalmakta olan bölge halkının daha fazla zarar görmemesi için bir an önce gerekli tedbirleri almak gerek.


Kaynaklar

 

Atabey, E. (2013). Türkiye'de doğal radyasyon kaynakları ve tıbbi jeolojik etkileri. Ankara: Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü.

 

Becker, T. ve ark. (2020). The Uranium Atlas: Facts and Data about the Raw Material of the Atomic Age. Nuclear Free Future Foundation.

 

Brown, J.J. ve Lambert, L. (2010). Blowing in the Wind: The Navajo Nation and Uranium. The Evergreen State College. Olympia, WA.

 

Brugge, D. ve Goble, R.  (2002).  The history of uranium mining and the Navajo people. American Journal of Public Health, 92 (9): 1410 – 1419.


Brugge, D. ve ark. (2005). Exposure Pathways and Health Effects Associated with Chemical and Radiological Toxicity of Natural Uranium: A Review. Reviews on Environmental Health, 20(3): 177 –  194. 


Brugge, D. ve Buchner, V. (2011). Health Effects of Uranium: New Research Findings. Reviews on Environmental Health, 26(4): 231 – 249. 

 

Eroğlu, G. ve Şahiner, M. (2017). Dünyada ve Türkiye’de Uranyum ve Toryum. MTA Maden Serisi: 3. Ankara

 

Fukaya, Yuji. (2018). Safety and Economics of Uranium Utilization for Nuclear Power Generation. 10.5772/intechopen.72647.

 

Güler, Ç. ve Çobanoğlu, Z. (1997). Radon Kirliliği. Sağlık Bakanlığı Çevre Sağlığı Temel Kaynak Dizisi No:44. Ankara.

 

Lane, R. S. ve ark. (2010). Mortality (1950-1999) and cancer incidence (1969-1999) in the cohort of Eldorado uranium workers. Radiat. Res., 174(6): 773 – 85.


Mulloy, K. B. ve ark. (2001). Lung Cancer in a Nonsmoking Underground Uranium Miner. Environmental Health Perspectives, 109(3): 305 – 309.

 

OECD. (2014). Managing Environmental and Health Impacts of Uranium Mining. NEA No. 7062.

 

Semenova, Y. ve ark. (2020).Radiation-related health hazards to uranium miners. Environ. Sci. Pollut. Res. Int., 27(28): 34808 – 34822.


Shuey, C. ve ark. (2007). Uranium Mining and Community Exposures on the Navajo Nation. Presentation at American Public Health Association Annual Meeting, Washington, D.C., November 3– 7, 2007.

 

TAEK. (2009). Radyasyon, İnsan ve Çevre. Ankara.

 

Top, G. ve ark. (2020).  At high background radiation areas the relationship between in situ indoor gamma dose rates and building materials: A case study from Arikli village. Radiation Protection Dosimetry, 188(2): 246 – 260.

 

Top, G. ve ark. (2020). Effects of Local Building Materials on Indoor Gamma Doses and Related Radiological Health Risks, Ayvacik, Çanakkale/Turkey. Radiation Protection Dosimetry, 190(1): 108 – 117.

 

Top, G. ve ark. (2021).  Determination of Ra-226, Th-232, K-40 and Cs-137 Activities in Soils and Beach Sands and Related External Gamma Doses in Arikli Mineralization Area. Radiation Protection Dosimetry, 193(2): 1 – 18.

 

Voyles, T.B. (2015). Wastelanding: Legacies of Uranium Mining in Navajo Country. University of Minnesota Press.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder