Bu hafta Çanakkale - Ayvacık Belediyesi’nin davetiyle, Ayvacık ve Küçükkuyu Belediyelerinin yöneticileriyle ve bölgedeki Muhtarlarla “Uranyum Madenciliği” üzerine konuşmak için Küçükkuyu’daydık. Fırsattan istifade ederek MTA’nın geçtiğimiz ay uranyum aramak için sondaj çalışmalarına başladığı Arıklı köyünde Kaz Dağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği ve Arıklı Dayanışması’nın düzenlediği bir söyleşiye de katıldık.
Dostlar önce bize Arıklı köyü
yakınlarında MTA’nın sondaj çalışmaları yaptığı yerleri gezdirdiler. Şimdiye
kadar sekiz kazı yapılmış, örnekler alınmış ve çukurlar kapatılmış. Bölgede
yaşayanlar sondajlarda çıkartılan toprağın önce kazılan çukurlar içinde suyla
ayıklandığını, örnekler alındıktan sonra geri kalan “çamurun” bir vidanjörle
toplanıp yakınlardaki bir dere yatağına döküldüğünü anlattılar.
Umuyoruz köylüler yanılıyordur. Çünkü
bölgede yaşayan “canlıların”, içinde radyoaktif maddeler bulunan bu “çamura”
maruz kalması durumunda ortaya çıkabilecek sorunları düşünmek dahi istemiyoruz.
Diğer yandan MTA’nın bu sefer 1960 –
1980 yılları arasında yaptığı gibi açtığı çukurları ve sondajlarda çıkartılan
toprağı, radyoaktif atıkları işi bittikten sonra öylece bırakıp gitmediğini
görmek, bu konudaki mücadelenin boşa gitmediğini gösteriyor. Gerçi açılan
çukurların “usulüne uygun” kapatılıp kapatılmadığını dışarıdan bakarak anlamak
olanaksız fakat en azından ortada içinde çocukların oynayabileceği açık
çukurlar görmemek sevindirici.
ARIKLI KÖYÜ SÖYLEŞİSİ
9 Ağustos gecesi Arıklı köyünde 1946
yılında dikilmiş kocaman bir çınar ağacının altında toplanan köylülerle söyleşi
yaptık. Dilimiz döndüğünce uranyum madenciliğinin insan sağlığı ve çevre üzerine
olumsuz etkilerini anlatmaya çalıştık.
Bölge halkını bekleyen en büyük
tehlike Radon gazı ve bozunma ürünlerinin solunmasıyla oluşabilecek akciğer
kanseriydi. Uzun süre radyasyona maruz kalan insanlarda başka hangi sağlık
sorunlarının ortaya çıkabileceğini konuştuk.
Aslında bölgede radyoaktivitenin
oldukça yüksek olduğu bir sır değildi. Yıllarca önce MTA ve birçok araştırmacı
bölgede ölçümler yapmışlar, evlerde radon gazının tehlikeli seviyelerde
olduğunu tespit etmişler hatta köylülere “evlerinizi sıkı sık havalandırın”
demişler.
Çanakkale İl Sağlık Müdürlüğü bölgede
1995 – 2000 yılları arasında meydana gelen ölümleri değerlendirerek, ölümlerin
beşte birinin “kanser” nedeniyle meydana geldiğini tespit etmiş. Oysa bu
yıllarda Türkiye’de kanserden ölüm oranı onda bir kadar. Yani bölgedeki kanser
ölümlerinin Türkiye ortalamasının iki katı kadar olduğu biliniyor.
Yine Sağlık Bakanlığı’nın yayınladığı
“2019 Sağlık İstatistikleri” yıllığına bakıldığında Çanakkale ilinin Türkiye’de
kanser ölümlerinin “en yüksek” olduğu iller arasında olduğu görülüyor. Durum
böyleyken MTA’nın bölgede yeniden sondaj çalışmaları başlatması gerçekten
ürkütücü.
DEVLET BUNLARI BİLİYORSA NEDEN YAPIYOR?
Söyleşiye katılan Prof. Dr. İnci
Gökmen ve benim konuşmalarımızdan sonra ilk soru genç bir kız arkadaşımızdan geldi.
Genç arkadaşımız “madem devlet bunları biliyor, neden köyümüzde sondaj yapıyor”
diye sordu.
Tesadüfen söyleşinin yapıldığı gün, 77
yıl önce ABD’nin Japonya’nın Nagazaki kentine atom bombası atarak on binlerce insanı
katlettiği gündü. ABD de Nagazaki’ye atom bombası atarken ne kadar masum insanın,
sivil halkın öleceğini, hatta radyasyonun etkilerinin kuşaklar boyu devam
edeceğini biliyordu. O halde neden yaptı? Dahası bazı kaynaklara göre ABD atom
bombasını şehirde “en çok” insanın sokakta olduğu bir saatte atabilmek için
önceden araştırmalar yapmış…
Gerçi atom bombası örneği çok
abartılı gibi duruyor fakat yeryüzünde uranyum madenciliği nedeniyle bugüne
kadar kaç insanın yaşamını yitirdiğini biliyor muyuz? Hani işçiler ölmesin diye
madenlerin havalandırılmaları gerektiğini söyleyen Agricola’ya, 1500’lü yıllara
kadar geri gitmeyelim, fakat 1800’lü yılların sonunda uranyum madenlerinde
çalışan işçiler arasında akciğer kanserinin ne kadar yaygın olduğu çok iyi
bilinmiyor muydu?
Evet, 1950’li yıllara kadar uranyum
madenciliğinin bir “işçi sağlığı” sorunu olduğunu sanıyorduk, fakat 1960’lı
yıllarda yapılan araştırmalar uranyum madenciliğinin “çevrede yaşayan”
insanların sağlığını da olumsuz etkilediğini gösterdi. Yani “devlet” bir
bölgede uranyum madenciliği yapıldığında, madenin ve uranyum tesislerinin
yakınlarında yaşayan insanların da akciğer kanseri olacağını ve hamile
kadınların düşük yapacaklarını, ölü çocuklar doğuracaklarını çok iyi biliyordu.
Peki, dünyanın birçok yerinde ve
Türkiye’de uranyum madenciliğinin tehlikeleri ve zararları bu kadar iyi
bilindiği halde neden yapılıyor, neden yapılmaya devam ediliyor?
Bu sorunun yanıtı çok basit: “biz
sesimizi çıkart(a)madığımız ve/ya izin verdiğimiz için”.
KÜÇÜKKUYU TOPLANTISI
10 Ağustos gecesi Küçükkuyu’da bir
düğün salonunda yapılan toplantıya Ayvacık ve Küçükkuyu Belediyelerinin
yöneticileri ve bölgeden muhtarlar katıldılar. Bu kez toplantının havası çok
farklıydı. Muhtarların hepsi yaklaşan felaketin farkındaydı ya da hissediyordu.
Bölgede daha önce de başka madencilik
çalışmaları yapılmış, özellikle altın madenciliğine karşı büyük bir mücadele
yürütülmüştü. Muhtarlar madenciliğin ilk olumsuz etkisinin bölgedeki su
kaynaklarının tükenmesi olduğunu “yaşayarak” öğrenmişlerdi. Maden şirketleri
gereksindikleri çok miktarda suyu yeraltı kaynaklarından sağlıyor, bölgenin su
kaynaklarını kurutuyorlardı.
Öyle ki son yıllarda Kaz Dağları
bölgesindeki köyler susuzluk çekmeye başladılar. Eskiden 5 – 10 metre kepçeyle
kazı yapıldığında çıkan su, şimdi 50 metre sondajla çıkmıyordu. Gerçekten şaka
gibiydi, Kaz Dağları ve susuzluk… Geçtiğimiz yıl Ayvacık belediyesi köylere
tankerlerle su taşımak zorunda kalmıştı.
Fakat bu kez durum farklıydı. Bölgede
sondajlara başlayan MTA, diğerleri gibi bir “özel şirket” değil, “devlet
kurumuydu”. Yani bu kez karşılarında doğrudan doğruya “devlet” vardı. Nitekim
daha ilk günden kolluk güçleri bölgeyi kordon altına almış, kimsenin MTA’nın
sondaj çalışmaları yapacağı alana “yaklaşmasına” dahi izin verilmemişti. Basın
açıklaması yapmak için bölgeye girenleri, uzun namlulu silahlar karşılamıştı.
Daha önceki maden çalışmalarında
işleyen süreçler uranyum madenciliğinde işlemiyordu. Ne ÇED raporu, ne ruhsat,
hiçbir şey yoktu ortada. Muhtarlara hiçbir şey söylenmemişti. Sondajlarda
çalıştırılan işçiler bile bölge dışından getirilmişlerdi. MTA’nın neden oraya
geldiğini ve ne yaptığını öğrenebilmek günler sürmüştü.
ON YILA BURADA KÖY(LÜ) KALMAYACAK ZATEN
Toplantıda muhtarlara radyasyona
maruz kalanlarda 10 – 50 yıllık bir süreç içinde akciğer kanseri gelişebileceğini
söylediğimizde, muhtarlardan biri söz alarak, “on yıla burada köy(lü)
kalmayacak zaten” dedi.
Gerçekten de AKP hükumetinin yirmi
yıldır kararlılıkla sürdürdüğü köyleri boşaltma ve sermayeye ucuz işgücü
sağlama politikası sayesinde daha şimdiden köyler yarı yarıya boşalmıştı. Hatta
birçok köy, başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlerden “kaçarak” bölgeye
yerleşen “İstanbollular” sayesinde varlığını sürdürebiliyordu.
Başka bir muhtar, köyündeki bütün
köylülerin zaten her şeylerini çoktan satılığa çıkarttığını, satanın da hemen köyden
ayrıldığını söyledi. Hani zaten “on yıl sonra biz buralarda yokuz”, uranyum
madeni bizim sorunumuz değil demeye getiriyorlardı.
Bölgeye “dışarıdan” yerleşen bir
mimar hanımefendi, bölgede radyasyon olduğunun duyulmasıyla birlikte önce emlak
fiyatlarının düşeceğini, hatta insanların radyasyon bulaşmış olabileceği
endişesiyle bölgede üretilen zeytini, peyniri dahi almak istemeyeceklerini
söyledi.
YOKSA ÜMİT, HER YER LOŞ KARANLIKTIR
Muhtarları dinlerken kulağım çınlamaya
başladı. Sanki bir yerlerde Livaleni’nin “Sürgün” şarkısı söyleniyordu. Muhtarların
yüzündeki ve sesindeki ümitsizlik, şarkıdaki “yoksa ümit, her yer loş
karanlıktır” dizesini anımsatıyordu.
Hepimiz kendimizi kendi yurdumuzda “sürgün”
hissediyorduk. Birileri evimizin yanına geliyor, canımıza kast ediyor, bizler
ellerimiz kollarımız bağlı, hiçbir şey yapamıyorduk. Muhtarlardan biri soruyordu:
“hocam iyi diyon da, 10 tane jandarmaylan geldilermi ne yapcan orada”? Muhtarlar
kendilerini “her nefeste yalnız” hissediyorlardı.
Aklıma yıllar önce Tuzla tersanelerinde
çalışan işçilere “İş Sağlığı ve Güvenliği” eğitimi vermek isteyenlere bir
işçinin verdiği yanıt geldi: “Siz bizi değil, işvereni eğitin. Ben aptal
değilim, iş güvenliği tedbirleri alınmadan o direğin tepesine çıkarsam düşüp
öleceğimi biliyorum. Ama patron iş güvenliği tedbiri almıyor diye direğe
tırmanmazsam işimden olup açlıktan öleceğim. Bizim önümüzde yaşam seçeneği yok,
biz ölümlerden ölüm beğeniyoruz”.
Toplantıdan biraz moralsiz ayrıldık,
fakat akşam yemeğinde İnci Gökmen hocamız moralimizi düzeltti. İnci hoca kendi
yoğurdunu kendisinin yaptığını söyledi. “Koca tencere süte bir küçük kaşık maya
koyuyorum, biraz bekliyorum, yoğurt oluyor” dedi. Biz de Küçükkuyu’da, Arıklı’da
süte biraz maya çalmıştık. Yoğurt bir gün mutlaka tutacaktı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder