Translate

10 Haziran 2020 Çarşamba

1844’te İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu

Friedrich Engels 1820 yılında Almanya’da doğmuştur. 1837 yılında tahsilini yarım bırakarak babasının yanında çalışmaya başlayan Engels, askerliğini yaptıktan sonra 1842 yılında aile şirketinin işlerine yardımcı olmak için sanayi devriminin merkezi olan Manchester’a (İngiltere) gider. Bu yıllarda İngiltere tekstil sektöründe dünya devidir. Tarımsal üretimin yoğunlaşması ve merkezileşmesiyle birlikte pazarlarda rekabet güçlerini yitiren küçük çiftçiler Manchester gibi sanayi kentlerine akın etmiş, sanayi kentlerinin nüfusları altyapılarının kaldıramayacağı ölçüde artmıştır. Bütün bunlara bir de on dokuzuncu yüzyılın en büyük ekonomik bunalımı (1841/1842) eklenince dönemin sefaleti başta Charles Dickens olmak üzere birçok yazarın kaleminden İngiliz edebiyatına yansımıştır.

Hekimler emekçilerin sefaletine ilgisiz kalmamışlar, emekçilerin sağlık koşullarına ilişkin çalışmalar yapmışlardır. Örneğin Dr. James Kay-Shuttleworth (1804 – 1877), 1832 yılında Manchester’ın Emekçi Sınıflarının Ahlaki ve Fiziksel Durumu başlıklı bir çalışma yayınlamıştır. Kolera salgınının patlak verdiği bu yılda havasız ve ışıksız ortamlarda çalışan emekçilerin aşırı işyükü ve yetersiz beslenme nedeniyle fiziksel olarak tükendiklerini ve bu nedenle salgını atlatamadıklarını belirtmiştir.

Bu sefil ortamda Chartistler ve Owencılar daha adil bir toplum için mücadele ederken, hükümetin 1834 yılında kabul ettiği yeni Yoksulluk Yasası, yoksulların durumunu daha da güçleştirmiştir. Yasanın uygulanmasının gözetimi, kurulan Yoksulluk Yasası Komisyonu’na verilmiştir. 1834 – 1847 yılları arasında faaliyet sürdüren Komisyon’un sekreterliğine Edwin Chadwick getirilmiştir.

1837/8 yıllarında İngiltere’nin büyük şehirlerinde tifo salgınları patlak verir. Hükümet Chadwick’i salgın araştırmasının başına getirir ve Chadwick 1842 yılında halk sağlığını çok uzun yıllar etkisi altına alacak olan ünlü Çalışan Nüfusun Sağlık Durumu raporunu yayınlar.

Engels, Manchester’da kaldığı iki yıl süresince emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarına ilişkin edindiği izlenimlerini, Chadwick Raporu ve bu dönemde İngiltere’de yayınlanan diğer çalışmalardan da yararlanarak, 1844’te İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu başlıklı kitabında yayınlamıştır.

Kitabın ilk bölümlerinde sanayi devriminin beşiği olan İngiltere’de sanayileşmenin toplumsal yapıyı nasıl değiştirdiği ve işçi sınıfının nasıl doğduğu anlatılmaktadır. Binlerce yıllık insanlık tarihinde başta emekçi sınıflar olmak üzere insanların toplumsal ve ekonomik koşullarını, bir başka deyişle gündelik yaşamlarını ve kaderlerini geri dönülmez bir şekilde değiştiren gelişme, sanayi devriminin beşiği İngiltere’de ortaya çıkan jenny ile başlamıştır:

Lancashire’da dokumacılık yapan James Hargreaves’ın 1764’te icat ettiği dokuma tezgahında bir çıkrık bir iğ yerine, 16 – 18 iğ taşımakta ve tek bir işçi bu tezgahı çalıştırabilmektedir”.

Böylece bir yandan işçi başına üretim geçmişle kıyaslanamayacak ölçüde artarken, diğer yandan tezgah sahibi çok daha az maliyetle yine eskisiyle kıyaslanamayacak kadar çok kar ederek üretimi sürdürebilir hale gelmiştir. Bu gelişme emekçilerin ve toplumun maddi yaşam koşullarını, gündelik yaşamlarını ve kaderlerini geri dönülmez bir şekilde değiştirmiştir.

Engels kitabında jenny icat edilmeden ve üretime girmeden önceki toplumsal yaşamı şöyle betimlemektedir:

Makineler gelmeden önce hammadde işçinin evinde eğiriliyor, işçinin evinde dokunuyordu. Kadın ve kız çocuk, babanın dokumada kullanacağı ipliği eğiriyor ya da baba ipliği bizzat kullanmıyorsa satıyorlardı. Bu dokumacı aileler, kentlere komşu olan kırsal alanda yaşarlar ve ücretleriyle oldukça iyi geçinir giderlerdi; çünkü iç pazar hemen tek pazardı ve dış pazarların fethi ve ticaretin genişlemesiyle sonradan gelen rekabetin ezici gücü, henüz ücretler üzerinde baskı yapmıyordu. Dahası, iç pazara dönük talepte, nüfus artışındaki yavaşlığa ayak uyduran ve bütün işçileri istihdam eden sürekli bir artış vardı; ayrıca, evleri kırsal alana yayıldığı için işçilerin kendi aralarında hızlı bir rekabet olasılığı da yoktu.

İşte bu çerçevede dokumacı, bir kenara üç-beş kuruş ayırabileceği, boş zamanlarında ekip-biçeceği küçük bir toprak kiralayabileceği, canı istedikçe ve dilediği zaman dokumacılık yapabileceği için, istediği kadar toprak kiralayabilecek bir konumda bulunuyordu. Doğru, o kötü bir çiftçiydi, toprağını iyi işleyemiyor, çoğu zaman kötü ürün alıyordu; ama yine de proleter değildi, sürekli olarak yerleştiği o topraklarda onun da bir çıkarı vardı ve bugünkü İngiliz işçiden, toplumda bir basamak daha yukarıdaydı.

Çalışanlar oldukça rahattılar, dindar, dürüst, namuslu ve barışçıl bir yaşam içindeydiler; maddi konumları ardıllarından çok daha iyiydi. Aşırı çalışmaları gerekmiyordu; çalışmak istedikleri kadar çalışıyorlar ve gereksindikleri parayı kazanıyorlardı. Bahçede ya da tarlada sağlıkları için yararlı olan çalışma yapacak boş zamanları vardı; bu çalışmanın kendisi, onlar için bir tür dinlenme oluyordu; bunun yanı sıra, komşularının eğlencelerine ve oyunlarına da katılabiliyorlardı ve bütün bu oyunlar – bowling, kriket, futbol, vb. beden sağlıklarına, dinç kalmalarına yardım ediyordu.

Çoğu güçlü-kuvvetli, yapılı insanlardı; komşu köylülerden pek farklı bir görünümde değillerdi. Çocukları, temiz kır havasında büyüyordu; çalışmada ana-babalarına yardım ederlerse, bu ancak ara sıra olurdu; onlar için sekiz ya da on iki saat çalışma diye bir şey söz konusu değildi”.

Sanayi devrimi Engels’in ustaca resmetmeye çalıştığı bu yaşamı özellikle geçimlerini emekleri ile sağlayanlar için tamamen değiştirmiştir. Tarımda ve sanayide makineleşme elle yapılan üretimi hızla geriletirken, ürünlerini elleriyle üretenler makineyle üretenlere karşı rekabet edemez hale gelmişlerdir. Bu durum, ürünlerini elleriyle üretenlerin hızla işlerini yitirmelerine ve makinelerle üretenlerin yanına ücretli işçi olarak girmelerine ve bunun için iş bulabilecekleri sanayi kentlerine akın etmelerine neden olmuştur. Bu dönemde Avrupa’nın bütün sanayi kentleri hızla büyümüş, bu kentlerin nüfusları seksen yıl kadar kısa bir sürede on kat artmıştır.

Sanayi kentlerine bu kentlerdeki fabrikaların gereksiniminin çok üzerinde emekçinin yığılmasıyla birlikte bir yandan işsizlik büyürken, diğer yandan işçilerin ücretleri düşmeye başlamıştır. Fakat toplumsal yaşamdaki değişim bunlarla sınırlı değildir. Bugün sağlığın toplumsal belirleyicileri arasında önemli bir yere sahip olduğu Dünya Sağlık Örgütü tarafından da kabul edilen toplumsal ağlar yok olmaya başlamıştır:

Sokaklardaki kargaşada, insanın midesini bulandırıcı, insan doğasını isyan ettirici bir şey var. Her sınıftan, her rütbeden birbirinin yanından geçip giden yüz binlerce kişi, aynı özellikte, aynı yetenekte, mutlulukta aynı çıkarı olan insanlar değil mi? Ve hepsi, eninde sonunda, aynı yolda, aynı şeylerde mutluluğu aramıyor mu? Yine de sanki ortak hiçbir yanları yokmuş gibi, birbirleriyle hiç ilgileri yokmuş gibi birbirlerinin önünden geçiyorlar; sözsüz tek anlaşmaları, karşı karşıya yürüyen kalabalık akıntılarının birbirinin yolunu kesmemesi için, herkesin kaldırımda kendi yakasında kalmasıdır; bu arada hiç kimse ötekine şöyle bir göz atma onurunu bahşetmeyi düşünmez.

Yaban bir kayıtsızlık, herkesin özel çıkarı içinde kendisini duygusuzca yalıtması, bu insanlar sınırlı bir alanda üst üste yığıldığı ölçüde tiksindirici ve rahatsız edici hale geliyor. Bireyin bu yalıtlanmışlığının, bu kendini düşünmeci sığlığın, bugün her yerde toplumumuzun temel ilkesi olduğunun ne ölçüde bilincinde olursak olalım, bu, hiçbir yerde, burada, büyük kentte olduğu kadar utanmazca gerçek yüzünü ortaya koymuş, bu kadar kendi ayrımında olmuş değildir. İnsanlığın atomlarına ayrılışı, her biri kendi ilkesine sahip bir atomlar dünyası, burada aşırının en aşırısına varmış görünüyor.

Toplumsal savaş, herkesin herkese karşı savaşımı da bu yüzden, burada açıkça ortaya dökülmüş bulunuyor. Stirner’in son kitabındaki gibi insanlar birbirlerini yalnızca yararlı nesneler gibi görüyorlar; her biri ötekini sömürüyor ve sonuç şu ki, güçlü, güçsüzü ayağının altında eziyor ve güçlü bir avuç kişi, kapitalistler, her şeye kendileri için el koyuyorlar, zayıf çoğunluğa, yoksullara, varlığını sürdürmesi için pek az şey kalıyor”.

Daha sonra büyük sanayi kentlerinde emekçilerin yaşam koşullarına ilişkin gözlemler yer alır: 

Giyim 

Emekçilerin giysileri, çoğu durumda çok kötüdür. Bu giysilerin kumaşı en uygun olanı değildir. Hem kadınların hem erkeklerin gardırobundan yün ve keten hemen hemen kalkmış bulunuyor; onların yerini pamuklu almıştır”. 

Beslenme

İşçiler, ancak mülk sahibi sınıf için çok kötü olan yiyecekleri elde edebilirler. İngiltere’nin büyük kentlerinde her şeyin en iyisi bulunabilir, ama iş paraya bağlı... İşçilerin aldığı patates genelde kötüdür, sebze pörsümüştür, peynir bayat ve kötü kalitedir, domuz pastırması kokmuştur, et yavan ve serttir, genellikle hastalıklı sığır etidir... Satıcılar, genelde düşük kalite mal getiren ve onları kötü oluşlarından ötürü ucuza satabilen seyyar satıcılardır... İşçilerin aldığı et, çoğu zaman yenebilme süresini aşmıştır; ama madem ki alınmıştır yenecektir”. 

Barınma

Londra’da her sabah elli bin kişi, akşam başını nereye yaslayacağını bilmeksizin uyanıyor. Bunların içinde en şanslı olanlar da her büyük kentte bol bol bulunan pansiyonlardan birinde bir yatak kiralayabilmesine elverecek bir ya da iki peniyi akşama kadar elinde tutabilenlerdir. Ama yatak da ne yatak! Bu evler, bodrumdan tavan arasına kadar her odada dört, beş, altı yatakla dolup taşar; içine ne kadar yığılırsa o kadar iyidir. Her yatağa dört, beş, altı kişi, ne kadar olabilirse o kadar, tıkıştırılır; hasta ya da sağlıklı, genç ya da yaşlı, sarhoş ya da ayık, kadın ya da erkek, geliş sırasına göre, ayrım yapmaksızın yataklara tıkıştırılırlar... Ya bir de böyle bir sığınma yeri için ödeyecek parası olmayanlar? Onlar nerede kıvrılacak bir köşe bulurlarsa orada, yeraltı geçitlerinde, kemer altlarında, köşelerde, polisin ve mülk sahiplerinin kendilerine dokunmadığı yerlerde kalırlar. Bir avuç insan özel hayırsever derneklerinin işlettiği sığınma evlerinde, kimileri de kraliçe Victoria’nın pencerelerinin altına yakın parklardaki banklarda uyurlar”. 

Çevre sağlığı

Kentin bu mahallesinde ne lağım vardır, ne evlerin özel helaları; o yüzden de en azından elli bin kişinin dışkısı ve öteki çöpler gece boyunca yollardaki yağmur suyu kanallarına atılır ve (çöpçülerin günlük çabalarına karşın) bir yandan bir pislik yığını olarak, bir yandan yaydığı pis kokuyla, hem sağlığa karşı aşırı ölçüde tehdit oluşturur, hem koku ve görünümüyle rahatsızlık vericidir”. 

Hava kirliliği

Kentte oturanların ciğerleri, gerekli oksijeni alamaz; sonuç zihinsel ve bedensel dermansızlık ve canlılık yitimidir. Bu nedenle, kentlerde oturanlar, serbest, açık havada yaşayan kırsal nüfusa göre akut ve ateşli hastalıklara daha az maruz kalırsa da süreğen hastalıklara daha çok yakalanırlar. Ve büyük kentlerdeki yaşam, o haliyle, sağlığa zararlı ise, daha önce gördüğümüz gibi her şeyin havayı zehirlemek üzere bir araya geldiği emekçi halk mahallelerinin anormal atmosferi kim bilir ne kadar zararlı etki yapmaktadır”. 

Eğitim

İngiltere’de eğitim araçları nüfusa oranla her türlü ölçünün ötesinde sınırlıdır. İşçi sınıfına hizmet veren az sayıda okul ancak bir azınlığa yetmektedir; üstelik hepsi kötüdür. Öğretmenler, artık işi bitmiş işçiler ve bu iş için elverişsiz benzeri kişilerdir; öğretmenliğe yalnızca para kazanmak için girmektedirler; çoğunlukla, zorunlu temel bilgiden, öğretmenin çok gereksindiği ahlaksal disiplinden yoksundurlar”.

Yaşam koşullarından sonra çalışma koşullarının ayrıntılı bir tanımlaması gelir: 

Rekabet

Rekabet, modern toplumda egemen olan, herkesin herkesle savaşının ifadesidir. Bu savaş, yaşam savaşı, var olma savaşı, her şey için savaş, gereksinim durumunda ölüm kalım savaşı, yalnızca toplumun farklı sınıfları arasında verilmekle kalmaz, bu sınıfların tek tek üyeleri arasında da verilir. Herkes bir başkasının önünde engeldir ve herkes kendi önündeki engeli bir kenara itmenin ve onun yerine geçmenin yolunu aramaktadır... işçiler de kendi aralarında sürekli rekabet halindedirler. Mekanik dokuma tezgahındaki dokumacı, el-tezgahı dokumacısıyla, işsiz ya da düşük ücretli el-tezgahı dokumacısı işi olanla ya da daha iyi ücret alanla rekabet halindedir; her biri ötekinin ayağını kaydırıp yerine geçmeye çalışır”.

Proleter, ya burjuvazinin kendisine önerdiği koşulları kabul edecek, ya açlıktan ve soğuktan ölecek, orman hayvanları arasında çıplak uyuyacaktır!”. 

Ücretler

Kuşkusuz her ailede, herkes çalışamaz. Konumu böyle olan aileler, eğer asgari ücretle yaşamak zorunda kalırlarsa, herkesin çalıştığı ailelere göre kötü duruma düşerler. Böylece, ücretler bir ortalama oluşturur; tümü çalışan aile, bu ortalamaya göre, oldukça iyi bir durumdayken, yalnızca birkaç kişisi çalışan aile oldukça kötü duruma düşer. Ama en kötü durumlarda, her emekçi, alıştığı ufak-tefek lükslerden vazgeçmeyi, hiç yaşamamaya yeğler; bir domuz ahırını başı üzerinde bir çatı olmamasına yeğ tutar; çıplak dolaşmak yerine çul-çaput giymeye razı olur; açlıktan ölmektense patatesle yetinmeyi kabullenir. İşi olmayan birçok kişinin başına geldiği gibi, dünyanın gözleri önünde sokağa atılıp yok olmaktansa, iyi günlerin geleceği umuduyla yarım ücrete razı olur. Bu çerçevede, hiçten biraz daha fazla bir şey olan bu ufacık ücret asgari ücrettir”. 

Çalışma ortamı

Fabrika çalışmasının işçiler üzerindeki olumsuz etkileri şunlar: (1) Harcadıkları zihin ve beden gücünün, değişmez ve durmaz bir güç merkezinin harekete geçirdiği makinelerin hareketine ayak uydurmak zorunda olması. (2) Sürekli ayakta durmanın doğal olmayan sürelere uzaması ve kısa aralıklarla yinelenmesi. (3) Uyku yokluğu” (çok uzun saatler boyu çalışma sonucu, bacaklarda ağrı ve genel fizik bozukluk). Bu nedenlere çoğu zaman alçak tavanlı, kalabalık, tozlu ya da rutubetli odalar, temiz olmayan hava, sıcak atmosfer, sürekli terleme de ekleniyor”.

Son olarak bu çalışma ve yaşam koşullarının emekçilerin sağlığı üzerine etkilerini inceler:

Bu koşullarda alt sınıfın sağlıklı olması, uzun yaşaması nasıl mümkün olabilir? Aşırı ölüm hızından, sonu gelmez salgınlardan, çalışan nüfusun bedeninde ilerleyici bir kötüleşmeden başka ne beklenebilir?

Bir insan, bir başkasına ölüme yol açan bedensel bir zarar verdiği zaman buna adam öldürme diyoruz; saldırgan, vereceği zararın öldürücü olduğunu önceden biliyorsa o zaman buna cinayet diyoruz. Ama toplum, yüzlerce proleteri, çok erken yaşta doğal olmayan bir ölümle yani kılıç ya da kurşunla ölüm gibi zorba yollardan ölümle karşı karşıya geleceği bir konuma koyduğu zaman, toplumun yaptığı şey, bir bireyin yaptığı gibi ve aynı kesinlikle cinayettir.

Toplum binlerce insanı yaşamın gereklerinden yoksun bıraktığı, içinde yaşayamayacakları konumlara soktuğu –kaçınılmaz sonuç olan ölüm gelinceye dek o koşullarda kalmaya yasanın güçlü eliyle zorladığı– bu binlerce mağdurun yok olacağını bildiği ve gene de bu koşulların sürmesine izin verdiği zaman, toplumun o yaptığı, bir bireyin yaptığı gibi ve aynı kesinlikte cinayettir. Örtülü, kasıtlı cinayettir; hiç kimsenin kendisini savunamadığı bir cinayettir; kimse katili görmediği için, mağdurun ölümü doğal göründüğü için cinayet gibi olmayan cinayettir; çünkü suç bir şeyi yapmaktan çok yapmamanın sonucudur. Ama cinayettir”.

İngiltere’de kaldığım süre içinde, en azından yirmi-otuz kişi, en isyan ettirici koşullar altında, açlıktan öldü ve olaydaki açık gerçeği gözler önüne serecek biçimde açıkça konuşma cesaretini gösterebilecek bir jüri pek çıkmadı. Tanıkların ifadesi ne kadar açık ve kesin olursa olsun, jüriyi oluşturan burjuvazi, korkunç yargıdan, açlık nedeniyle ölmüştür yargısından kaçabilmek için, her zaman bir arka kapı buldu.

Burjuvazi bu olaylarda gerçeği konuşmaya cesaret edemez, çünkü kendini suçlamış olur. Oysa doğrudan olmaktan çok, dolaylı biçimde, birçok kişi, açlık sonucu ölmüştür; çünkü uzunca bir süre doğru-dürüst gıda alamamak öyle bir güçsüzlük yaratmıştır ki, başka türlü olsa açığa çıkmayacak olan nedenler, öldürücü ciddi bir hastalık getirmiştir. İngiliz emekçiler buna toplumsal cinayet diyorlar ve tüm toplumumuzu bu suçu sürgit işlemekle suçluyorlar”.

Şimdi İngiltere’de emekçi örgütlerinin tam bir isabetle toplumsal cinayet diye niteledikleri şeyi toplumun her gün, her saat yapageldiğini kanıtlamam gerekiyor. İşçileri, ne sağlıklarını korumalarına ne uzun yaşamalarına elvermeyen koşullar altında tuttuğunu kanıtlamam gerekiyor; o koşulların, işçilerin yaşamsal gücünü yavaş yavaş, ucun ucun tahrip ettiğini ve zamanından önce onları mezara koşturduğunu kanıtlamam gerekiyor.

Ayrıca, işçilerin sağlığı ve yaşamı açısından bu koşulların ne kadar zarar verici olduğunu toplumun bildiğini, ama o koşulları düzeltmek için hiçbir şey yapmadığını da kanıtlamam gerekiyor. Yaptığının sonuçlarını bildiğini, bu nedenle eyleminin, basitinden adam öldürme değil cinayet olduğunu, resmî belgeleri, parlamento ve hükümet raporlarını, suçlamamın belgeleri olarak ortaya koyduğum zaman kanıtlamış olacağım”.

Kentlerin en kötü kesimlerindeki işçi evlerinin, bu sınıfın öteki yaşam koşullarıyla birlikte, sayısız hastalığa neden olduğunu herkes doğruluyor. ... Londra’nın özellikle de emekçi nüfusun yaşadığı mahallelerin kötü havasının, en yüksek derecede vereme elverişli olduğunu, çok sayıda insanda hummaya rastlanması yeterince gösteriyor. ... Çok yaygın görülen tifüs, resmî raporlarda işçi sınıfının sağlık koşullarına ve evlerin havalandırma, lağım ve temizlik konularındaki kötü durumuna bağlanıyor.

Bir başka hastalıklar kategorisi, işçilerin konutlarının koşullarından çok doğrudan gıdadan ortaya çıkıyor. İşçinin, zaten hazmedilir türden olmayan gıdası küçük yaştaki çocuklar için hiç uygun değil; işçinin de çocukları için daha uygun gıdalar sağlamak için ne zamanı, ne parası var. Ayrıca, çocuklara alkollü içki hatta afyon verme geleneği de çok yaygın ve beden gelişimine zararlı olan öteki ev koşullarıyla birlikte bu iki neden, sindirim organlarında çok farklı hastalıklara yol açıyor, gerisinde yaşam boyu süren olumsuz izler bırakıyor.

Ölüm oranının bu kadar yüksek olması, başlıca, işçi sınıfında küçük çocuk ölümlerinin çok fazla olmasından ileri geliyor. Küçük çocuğun narin bedeni, yaşamdaki talihsizliğin olumsuz etkilerine daha az karşı durabiliyor. Hem ananın hem babanın çalıştığı ya da birinin öldüğü durumlarda çocukların karşı karşıya kaldığı ihmal, hemen öcünü alıyor. Alıntıladığımız son rapora göre, işçi sınıfı çocuklarının yüzde 57’sinin beş yaşına gelmeden ölmesine karşılık üst sınıflardan çocuklar arasında bu oranın yüzde 20 olmasına ve ülke genelinde beş yaşına henüz gelmemiş her sınıftan çocuklar arasında oranın yaklaşık yüzde 32 olmasında şaşılacak hiçbir şey yok”.

İşçi sınıfı için bir başka maddi kötülük, hasta oldukları zaman yetkin doktorlara görünmelerinin olanaksızlığıdır. ... İngiliz doktorlar yüksek vizite ücreti alıyorlar; emekçiler o ücreti ödeyebilecek konumda değil. O nedenle hastalanınca ya hiçbir şey yapmıyorlar ya da ucuz sahte doktorlara gidiyorlar, kocakarı ilacı kullanıyorlar; o da yarardan çok zarar veriyor”.

Ama bunun yanı sıra, fabrika işinin, özellikle zararlı olan başka türleri de var. Pamuklu ve keten iplik eğirme fabrikalarının birçok odasında, havayı lif tozları sarar; bu tozlar, özellikle taraklama odalarında çalışan işçilerde göğüs hastalıklarına neden olur. Bazı insanlar buna dayanabilir, bazıları dayanamaz; ama işçinin seçeneği yoktur. O hangi odada iş bulursa orada çalışmak zorundadır, göğsü dayanıklı olsun ya da olmasın. Bu tozu akciğerlerine çekmenin en yaygın sonucu kan tükürmek, gürültüyle ve zorlayarak nefes almak, göğüs ağrıları, öksürme, uykusuzluk, kısacası astımdır, had safhada veremle son bulur”.

Erkekler, yaşama ve çalışma koşulları nedeniyle çok erken yıpranıyorlar. Çoğu kırk yaşında çalışamaz duruma geliyor; pek azı kırk beşine kadar dayanıyor; elliye kadar gelebilen hemen yok gibi. Bu yalnızca bedenin genel zayıflamasının sonucu değil, ama onun yanı sıra çoğu zaman, gözlerin iyi göremez hale gelmesinin sonucu; göz bozukluğu çıkrık makinesinden ileri geliyor; çünkü işçinin, uzun ince ve paralel iplik liflerinden gözünü hiç ayırmaması, gözünü onlara dikip bakması gerekiyor; bu, görmeyi büyük ölçüde zorlaştırıyor”.

Tartışma

Kitabında sanayileşmenin ortaya çıkardığı toplumsal ve çevresel koşulları tanımlayan Engels, politik ekonominin örgütlenmesinin bu koşulları nasıl yarattığını tartışmıştır. Bugün antropoloji, kentsel sosyoloji ve toplumcu tıp klasikleri arasında yer alan bu kitap koruyucu hekimlikten toplumcu sağlığa giden yolda şu nitelikleriyle bir köşe taşı oluşturur:

Hastalıkların ve vakitsiz ölümlerin köklerinin, üretimin örgütlenmesi ve toplumsal çevre içine uzandığı tezinin (toplumcu sağlık tezi) ilk ifadesidir. Villermé, hastalıklarla yoksulluk arasındaki ilişkiyi ortaya koymuş, fakat sorunun çözümünü yanıtsız bırakmıştı. Chadwick ise sorunların sosyoekonomik yapıya dokunmadan sanitasyon tedbirleriyle çözülebileceğini savunmuştu. Engels çalışmasında sanayileşmenin emekçileri nasıl kaçınılmaz olarak hastalıklara neden olan koşullarda yaşamaya ve çalışmaya zorladığını kanıtlamış ve hastalık ve ölüm üreten bu koşulların toplumsal bir devrimle değiştirilmesi gerektiğini söylemiştir. 

Toplumsal yapı (düzen) ile bedensel hastalıklar arasındaki nedensel ilişki açık bir şekilde ortaya konmuştur. Emekçilerin (erkek, kadın ve çocuk) işten kaynaklanan sağlık sorunlarının ilk kez bu kadar kapsamlı bir biçimde ele alındığı bir çalışma olup, gelecek yüzyıllarda bu alanın hekimlik içinde özgün bir alan (işyeri hekimliği) haline gelmesine önayak olmuştur. Kitapta ele alınan başlıca işçi sağlığı sorunları şunlardır:

o Çevresel toksinler, kurşun zehirlenmesi vb

o Enfeksiyon hastalıkları (tbc, tifüs vb)

o Beslenme ve gıda temini sorunlarından kaynaklanan hastalıklar

o Alkolizm

o İş kazaları

o Meslek hastalıkları

o Mesleğe özgü mortalite hızları

Friedrich Engels esas olarak kapitalist üretim biçimi ile hastalık arasındaki bağlantıya odaklanır. Hastalıkların hijyenik şartların olmayışı, riskli çalışma koşulları, çocuk emeğine bağımlılık, olumsuz barınma koşulları, yetersiz beslenme ve yoksullukla karakterli yaşam koşullarının ürünü olduğunu savunur fakat bunların da nedeni toplumun sosyo-ekonomik düzenidir. Engels sağlık personelinin eşitsiz dağılımının yarattığı sorunlara da değinir.

Villermé, Paris’te 1817 nüfus sayımı, emlak kayıtları, 1820 mali istatistikleri ve 1817 – 1826 yılları arasındaki ölüm kayıtları verilerini kullanarak yaptığı çalışmada insanları yalnızca varlıklarına göre zenginler ve yoksullar olarak iki kategoriye ayırmış ve bunlar arasında mortalite hızları bakımından bir farklılık olduğunu ortaya koymuş ve mortalite üzerine miyazmatik faktörlerin değil, fakat yoksulluğun etkisinin olduğu yargısına ulaşmıştı.

İngiltere’de de (Manchester) benzer bir yöntemle çalışan Dr. P. H. Holland, sokakları ve bu sokaklardaki evleri zenginlik durumlarına göre en zenginden, en yoksula birinci sınıftan üçüncü sınıfa sınıflandırarak, bu evlerde görülen ölüm vakalarını karşılaştırmıştır. Üçüncü sınıf sokaklardaki üçüncü sınıf evlerde (en kötü evler) ölüm hızı 25’de bir iken, birinci sınıf sokaklardaki birinci sınıf evlerde (en iyi evler) ölüm hızı 51’de birdir.

Edwin Chadwick ise Villermé ve Holland’dan ve birçok diğer araştırmacıdan farklı olarak, tarihte ilk kez, araştırmasında sınıf değişkenini kullanmıştır.

İngiltere’nin ağırlıklı ekonomik etkinlikleri bakımından farklı beş bölgesinde, 1837 – 1841 yılları arasında gerçekleşen ölüm vakalarını (ortalama ölüm yaşı), ölenleri mesleklerine göre ayırarak değerlendirmiştir. Soyluları ve hekim, avukat gibi profesyonelleri bir grupta, zanaatkarlar ve çiftçileri bir grupta ve işçileri bir grupta toplayarak yaptığı değerlendirme sonucunda tarımsal etkinliğin başat olduğu Rutlandshire ve Wilts’de ölenlerin yaş ortalaması sırası ile 52 ve 50 olup, en uzun yaşam şansını temsil ederken, başat ekonomik etkinliği sanayi ve ticaret olan Manchester, Liverpool ve Bethnal Green’de bu ortalamalar sırasıyla 17, 15 ve 16 olup en kısa yaşam şansını temsil etmektedir (buradaki “yaşam şansı”, günümüzde kullanılan “yaşam beklentisi” belirtecini tam olarak karşılamamaktadır).

Chadwick’in bu çalışmasını “işçi sınıfı çocuklarının yüzde 57’sinin beş yaşına gelmeden öldüğü” bilgisiyle bir araya getiren Engels, bu durumu şöyle yorumlamaktadır:

Ölüm oranının bu kadar yüksek olması, başlıca, işçi sınıfında küçük çocuk ölümlerinin çok fazla olmasından ileri geliyor”.

Sonuç olarak Engels’in toplumcu sağlık anlayışının oluşumuna katkısı şu cümlesiyle özetlenebilir:

İşçi sınıfının sefil durumunun nedeni, o ufak-tefek yakınma konularında değil, ama kapitalist sistemin kendisinde aranmalıdır”.

Böylece başta Virchow olmak üzere ardıllarının sağlık/hastalık ve ölümlerin nedenini arayan gözlerini kapitalist üretim ilişkilerine çevirmelerini sağlamıştır.

* * *

Engels’in bu çalışmasından sonra Avrupa’da 1848 devrimleri yaşanmış, Engels, arkadaşı Marx ile birlikte Marksizm’in temel kitabı olan Komünist Manifesto’yu yayınlamış (1848), Avrupa emekçileri Birinci Enternasyonal’de (1864 – 66) birleşmiş ve 1871’de Paris’te iktidarı ele almıştır. İşçi sınıfının bu mücadelesi karşısında sermaye, egemenliğini sürdürebilmek için karlarının bir bölümünden vazgeçmek ve işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarında büyük iyileştirmelere gitmek zorunda kalmıştır.

İngiltere’de bu süreçte çevre sağlığında nelerin değiştiğini Engels, kitabının İngilizce baskısı için 1892 yılında yazdığı önsözde şöyle ifade etmektedir:

Kolera, tifüs, çiçek ve öteki salgın hastalıkların tekrar tekrar ortaya çıkması, İngiliz burjuvaya, eğer kendini ve ailesini bu hastalıklardan koruyacaksa, kasaba ve kentlerde sağlık koruma kurallarına hemen uyulması gereğini göstermiştir. Böylece, bu kitapta anlatılan en göze batar rezillikler ya tümden ortadan kalkmış ya göze daha az çarpar olmuştur. Kanalizasyon, varsa iyileştirilmiş, yoksa yeniden yapılmıştır; betimlemek zorunda kaldığım en kötü ―gecekondular”ın bir başından öteki ucuna geniş caddeler açılmıştır”.

Kuşkusuz 1848 Kamu Sağlığı Yasası ile hastalıkların sosyo-ekonomik belirleyicilerine dokunmadan, genel hijyen koşullarının düzeltilmesiyle de emekçilerin sağlık koşullarında belli bir iyileşme sağlanmıştır; fakat hastalıkları üreten toplumsal koşullar varlığını sürdürmeye devam etmiştir.

Akif Akalın

İTF Tıp Eğitimi AD. - 2012


KAYNAKLAR

Clark, B. ve Foster, JB. (2006). An Introduction to Selections from Frederick Engels’s The Condition of the Working Class in England in 1844. Organization and Environment, 19(3): 375 – 388.

Engels, F. (1845[1997]). İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu. İstanbul: Sol Yayınları.

Kay-Shuttleworth, J. (1832). The Moral and Physical Condition of the Working Classes of Manchester. London : Ridgway http://www.archive.org/details/moralphysicalcon00kaysuoft

Krieger, N. ve Birn, A. (1998). A Vision of Social Justice as the Foundation of Public Health: Commemorating 150 Years of the Spirit of 1848. American Journal of Public Health, 88(11): 1603 – 1606.

Waitzkin, H. (1981). The Social Origins of Illness: A Neglected History. International Journal of Health Services, 11(1): 77 – 103.

Wilkinson, R. ve Marmot, M. (2003). The Solid Facts. Social Determinants of Health. 2nd Ed. WHO: Denmark.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder