Ülkemiz zor günlerden geçiyor. Belki
tarihimizin en zor günleri değil, belki geçmişte çok daha kötü günler de yaşandı,
fakat yine de kabul edelim ki zor bir dönemden geçiyoruz.
Elbette bu sözlerimiz emekçiler, yani
geçimlerini emek gücünü satarak sağlayanlar için geçerli. Yoksa patronlar, iş
adamları, sermayedarlar, burjuvalar, kapitalistler veya her ne diyorsanız… yani
emekçileri sömürenler için hayat her zaman güzel.
Peki, nasıl oluyor da, her durumda emekçi ağlarken, patron gülüyor? Nasıl oluyor da emekçinin felaketi, patrona fırsat oluyor?
Deprem olur, heyelan olur, sel olur, evler
yıkılır, ocaklar söner… günün sonunda
bir bakarsınız ki yıkılan evler de, sönen ocaklar da emekçilerin evleri,
emekçilerin ocakları.
Tam bir felaket. Fakat emekçiler için
felaket olan patronlar için fırsat. Nasıl mı? Yıkılan evleri kim yapacak?
Evlerin içini döşeyecek eşyaları kim satacak? Şimdi deprem olmasaydı, o kadar
insan durduk yerde oturduğu evi yıktırıp yenisini yaptırır, eşyalarını çöpe
atıp yenilerini alır mıydı?
Siz ekranlarda enkaz altında kurtarılmayı
bekleyen depremzedelere bakarken, onlar internetten bölgenin imar durumuna
bakıyorlar.
Salgında durum farklı mı?
İlk günlerde COVID 19’da durum farklı
olur sanıldı. Sanıldı ki virüs yoksul – zengin ayırt etmez, emekçileri ne kadar
etkiliyorsa, patronları da o kadar etkiler. Hiç de sanıldığı gibi olmadı.
Virüsün zenginlere değil, yoksullara musallat olduğu haberini ilk veren ülke
ABD oldu. Dünyanın en eşitsiz ülkesi olan ABD’de salgın özellikle yoksul siyahi
nüfusu vurmuştu.
ABD’den sonra İngiltere, İtalya,
Fransa, İspanya gibi ülkelerde de salgından en çok nüfusun dezavantajlı
kesimlerinin etkilendiği ortaya çıktı. Ekranlarda bakımevlerindeki yaşlı emekçilerin
yürek yakan görüntüleri akarken, patronlar kendilerini toplumdan tamamen izole
etmişlerdi. Birçokları kimsenin, dolayısıyla yeni koronavirüsün ulaşamadığı
adalara sığınmış, teleobjektiflere el sallıyorlardı.
Salgın aynı zamanda ekonomik bir
yıkım da getirdi ve bu kez ekonomik yıkımın işçiler kadar işverenleri de
etkileyeceği sanıldı. Tamam, işçiler işlerini yitiriyordu, fakat patron da
işyerini yitirmiyor muydu? Üretim durunca patron da zarar etmeyecek miydi?
Fakat aradan birkaç ay geçmeden
dünyanın hemen her yerinde devletlerin emekçilere açlıktan ölmeyecekleri kadar
bir destek sağlarken, patronları ihya etme yarışına girdikleri görüldü. Bu
durum ikinci çeyrek bilançolarına da yansıdı. Birçok şirket, işleri kötü gitmek
şöyle dursun, salgın öncesindekinden daha yüksek kârlar açıklıyordu. Acaba
salgın olmasa bu kadar kazanç sağlayabilecekler miydi?
Aynı yere bakıyoruz ama farklı şeyler görüyoruz
Nasıl doğal afetlerde emekçi enkaza
baktığında sönen ocak görürken, patron dikeceği yeni apartman için temel
görüyorsa, pandemi sürecinde de benzer dinamikler söz konusu.
Bunun en somut örneklerinden birini
Çanakkale’de Dardanel fabrikasında gördük. İşçiler arasında COVID 19 vakaları
artmaya başlayınca, patron işçinin hastalık ve ölüm gördüğü yerde müthiş bir
fırsat gördü.
Toplanan Hıfzıssıhha Kurulu pandemiyi
patron için bir fırsata çevirerek işçileri “kapalı devre” çalışma düzenine
soktu ve Dardanel’in tarihinin en büyük kârını elde etmesini sağladı. Oysa
salgın olmasa Hıfzıssıhha Kurulu böyle bir karar alamaz, raporlu işçileri
fabrikaya zorla getirip çalıştıramazdı.
Bugünlerde sık konuşulan aşı
meselesinde de durum farklı değil. İşçiler ve emekçiler aşı dendiğinde salgının
sona erme umudunu görürken, patronlar 8 milyarlık bir “pazar” görüyor. 8
milyar, dile kolay. 8 milyar insan aşılanacak. Milyarlarca doz aşı üretilecek.
Doz başına şu kadar kâr kalsa… keşke her yıl yeni bir pandemi çıksa…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder