Geçtiğimiz haftaya biri Maliye diğeri Sağlık Bakanı olmak üzere iki bakanın açıklamaları damgasını vurdu. Maliye Bakanı Albayrak bir gazetecinin dolar kuruna ilişkin sorusunu ben dolara bakmıyorum diye yanıtlarken, Sağlık Bakanı Koca da tıp tarihinde eşi – benzeri görülmemiş bir yaklaşımla vaka – hasta ayrımı yaparak, ben hastalık belirtisi olmayanlara bakmıyorum dedi. Oysa asıl bakılması gerekenler bunlar, ekonomide dolar ve sağlıkta hastalık belirtisi olmayanlardı.
Maliye Bakanı, TV programcısı Ahmet Hakan ile yaptığı
bir TV programında dolar kurunun önemsenmemesi gerektiğini anlatmak için bizim
maaşımızı dolarla almadığımızı söylüyordu. Bu doğruydu, gerçekten bizim gelirlerimiz Türk Lirası cinsindendi, fakat “giderlerimizi” dolar belirliyordu.
Dolarda her bir kuruşluk artış, çarşıya – pazara katlanarak yansıyor, Türk
Lirası cinsinden gelirlerimiz “sabit” kaldığı için her gün yoksullaşıyorduk. O
halde yoksulluğa karşı mücadele edilecekse, dolar kuru bizi ilgilendirmez
denemezdi.
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca ise asıl
dertlerinin “hastalar”, yani PCR testi pozitif olup, aynı zamanda COVID 19
hastalığının belirtilerini gösterenler olduğunu, PCR testi pozitif olan fakat
hastalık belirtisi göstermeyenleri “vaka” olarak kabul ettiklerini ve
önemsemediklerini söylerken, aslında Türkiye’de salgınla mücadelede neden bu
kadar başarısız olduğumuzu anlamamızı sağlıyordu. Bakan’ın düşündüğünün aksine
asıl önemsenmesi gerekenler PCR testi pozitif olup, hastalık belirtisi
vermeyenlerdi. Hastalığı toplum içinde asıl bunlar yayıyorlardı ve salgın
durdurulmak isteniyorsa asıl buna karşı tedbir alınmalıydı.
Açıkçası Bakan’ın söylediğinin tam
tersi için doğru denebilirdi. Çünkü hastalık belirtileri ortaya çıkan, ateşi
yüksek, solunum sıkıntısı olan insanlar hasta olduklarını anlıyor ve hemen bir
sağlık kuruluşuna başvuruyorlardı. Kendilerine COVID 19 teşhisi konduğunda
hemen izole ediliyorlar ve artık hastalığı toplum içinde yayamıyorlardı. Oysa
hastalık belirtisi göstermeyenler, hastalığı toplum içinde yaydıklarının da
farkında değillerdi. Zaten bilim, tıp, Dünya Sağlık Örgütü, “dürüst” bilim
insanları bu nedenle “test – test – test” diyorlardı. Test yapılsın ki,
hastalık belirtisi göstermeyen hastalar tespit edilsin, hastalığı başkalarına
bulaştırmaları önlensin…
HASTA – VAKA MESELESİ
Aslında hekimlikte esas olan
kliniktir. Laboratuvar, hekime teşhis koyarken yardımcı olur fakat asla hekim
sadece laboratuvar bulgusuyla teşhis koymaz. Bu durum birçok hastalık için
geçerlidir. Diyelim bir kan tahlili yaptırdınız ve mesela şekeriniz yüksek
çıktı. Hekim sırf kan tahlilinde şekeriniz yüksek çıktı diye size şeker
hastalığı teşhisi koymaz. Bu tahlil sonucu eğer sizde şeker hastalığının
belirtileri ve bulguları varsa anlamlıdır.
Fakat söz konusu hastalık “bulaşıcı” bir
hastalıksa durum farklıdır. Çünkü “bulaşıcı hastalıkların” doğası diğer
hastalıklarınkinden çok farklıdır. Bulaşıcı hastalıklara neden olan mikroorganizmalar
vücuda girdiklerinde hemen hastalık belirtileri ortaya çıkmaz. Bulaşıcı
hastalıklarda diğer hastalıklardan farklı olarak bir kuluçka süresi ve prodrom
süresi vardır. Hastalığın belirtileri bunlardan sonra ortaya çıkar. Bu nedenle
laboratuvar bulaşıcı hastalıklarda “teşhis koydurucu” bir nitelik taşır.
Biz hiçbir yakınması olmayan, ateşi
olmayan, solunum sıkıntısı olmayan, kendisini tamamen sağlıklı hisseden
insanlara “test yaparak” neye bakıyoruz, ne arıyoruz? Vücutlarında mikroorganizma
olup olmadığına? Test pozitif çıkarsa, kişinin vücudunda mikroorganizma olduğunu,
yani kişinin hasta olduğunu anlıyoruz. Henüz belirtiler ortaya çıkmadı fakat birkaç
gün içinde çıkacak veya çıkmasa bile hastalığı başkalarına bulaştırabilecek.
Sağlık Bakanı bunlara “hasta” değil “vaka” diyor. Oysa testi pozitif çıkan
herkes, henüz hastalık belirtileri ortaya çıkmamış olsa da hastadır.
Dahası hastalığın başkalarına en çok bulaştığı,
diğer bir deyişle toplum sağlığı bakımından en “tehlikeli” olduğu dönem,
hastalık belirtilerinin ortaya çıkmasından hemen önceki birkaç günlük dönem ve
hastalık belirtilerinin ortaya çıkmasından sonraki birkaç günlük dönemdir.
Bakanın söylediğinin tam aksine hastalık belirtileri ortaya çıktıktan bir süre
sonra hastalar hastalıklarını başkalarına bulaştırmazlar ve “halk sağlığı”
sorunu olmaktan çıkarlar.
Zaten bulaşıcı hastalıklarla
mücadelenin en büyük sorunu budur. Kişi hasta, virüsü başkalarına bulaştırıyor
ama kendisinde hiçbir belirti yok. İşte zaten bunları tespit etmek için test
yapıyoruz. Zaten klinik belirtiler ortaya çıkmışsa, hastada zatürre gelişmişse teste
de çok ihtiyacımız yok, çünkü bunu tomografide de görebiliyoruz.
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca ne
diyor? Her “vaka” hasta kabul edilmiyor, günlük verilerde sadece Covid-19
semptomu gösteren kişilerin yer alıyor diyor. Tıpta, bilimde, Dünya Sağlık
Örgütü rehberlerinde böyle bir tanım yok. Bulaşıcı hastalıklarda teşhis
laboratuvar ile konur. Test pozitif çıkarsa buna ister hasta ister vaka ister
olgu deyin değişmez. Hepsi aynı anlama gelir: hasta. Tam tersine eğer klinik durumu
hastalığa işaret ediyor ama laboratuvarda test negatif çıkarsa, buna da olası
vaka diyoruz ve testi tekrarlıyoruz.
HASTA – VAKA MESELESİ NEREDEN ÇIKTI?
Dün benimle bu konuda röportaj yapan Ferhan
Şaylıman, ben bunları anlattığımda, “Peki, Sağlık Bakanı doktor değil mi,
bunları bilmiyor mu, neden böyle söylüyor” diye bir soru sordu. Gerçekten tıp
fakültesinin üçüncü sınıfında okuyan öğrencilerin bildikleri bu basit bilgileri
bir “uzman hekimin” bilmemesi mümkün müydü? Sağlık Bakanı’nı bilime ve tıbba
rağmen “hasta – vaka” ayrımı yapmaya zorlayan ne olabilirdi?
Olayları ve olguları daha iyi
anlayabilmek için “öncesine ve sonrasına” bakmak gerekir. O halde sorumuzun
yanıtını, Bakan’ın 30 Eylül tarihinde yaptığı bu açıklamanın öncesinde ve
sonrasındaki gelişmelerde aramalıyız.
Okurlarımızın çok iyi
anımsayabilecekleri gibi biz salgının “başından” itibaren Sağlık Bakanlığı’nın tek
tek hastaları iyileştirmeye ve insanların toplu halde hastalanarak hastanelerin
kapasitesini zorlamaması için tedbirler almaya dayalı salgınla mücadele stratejisinin
yanlış olduğunu, salgınla mücadelenin
hastaneler değil birinci basamak eliyle ve sürveyans çalışmaları temelinde
yürütülmesi gerektiğini yazıyorduk.
Bu süreçte hastalık başta İtalya ve
İspanya olmak üzere Avrupa ülkelerinde hızla yayılır ve çok sayıda ölüme neden
olurken, Türkiye’de göreli bir “iyilik” hali yaşandı. Biz bu tablonun “aldatıcı”
olduğunu, Türkiye’nin göreli genç bir nüfusa sahip olmasının ve özellikle yaşlı
bakımının Avrupa ülkelerinde olduğu gibi büyük bakımevlerinde olmamasının bu
sonucu verdiğini yazarken, birçokları bu durumu Sağlık Bakanlığı’nın salgınla
mücadeledeki “başarısı” olarak görmeyi ve göstermeyi tercih ettiler.
Yaz aylarına girilmesiyle birlikte Nisan
ve Mayıs aylarında yetersiz de olsa alınan tedbirler sermayenin talepleri
doğrultusunda gevşetilince vaka sayıları yeniden tırmanışa geçti. Sağlık
Bakanlığı’nın bu dönemde “vaka – hasta” ayrımı yapmadığını biliyoruz ve
dolayısıyla vaka sayıları hızla artmaya başladı.
Bu durumdan rahatsız olan Sağlık
Bakanlığı, Ağustos ayından itibaren “turkuaz” tabloda değişiklikler yapmaya
başladı. Eşzamanlı olarak Türkiye’nin her yerinden “gerçek” vaka sayılarının
Bakanlığın açıkladıklarının çok üzerinde olduğuna ilişkin bilgiler geldi.
Meslek örgütleri, sendikalar, hatta zaman zaman Valiler, Belediye Başkanları Bakanlığın
açıkladığı vaka sayıları üzerine kuşkular düşürdüler. Fakat hiç kimse bu
kuşkuları “belgeleyemiyordu”. Taa ki, 29 Eylül tarihine kadar…
Her şey 29 Eylül’de CHP Milletvekili
Murat Emir’in bir “belge” ifşa etmesiyle başladı. Belgede bir günde 30 bine
yakın insanın PCR testinin pozitif bulunduğu görülüyordu. Oysa aynı gün
Bakanlık sadece 1.500 kadar “hasta” olduğunu açıklamıştı.
Bakanlık önce ilk tepki olarak bu
belge “sahte” dedi, fakat kısa zamanda belgenin sahte olmadığı, devletin resmi
belgesi olduğu ve 10 Eylül gününe ait olduğu anlaşıldı. Arada müthiş, tam 20
kat bir fark vardı. Bu fark geleneksel “sehven öyle yazılmış” gibi
açıklamalarla açıklanabilecek bir fark değildi.
Bunun üzerine Sağlık Bakanı 30
Eylül'de, “turkuaz” tabloya PCR testi pozitif olanların hepsinin yazılmadığını,
sadece Kovid-19 semptomu gösteren kişilerin tabloya yazıldığını itiraf etmek
zorunda kaldı.
Tabii hemen bütün camiadan tepkiler yağmaya
başladı. Birçok hekim, bilim insanı, tıpta ve bilimde “vaka – hasta” diye bir
ayrım olmadığını söylerken, bizzat Sağlık Bakanı tarafından seçilen ve atanan
bazı Bilim Kurulu üyeleri de bu durumdan “haberleri olmadığını” iddia ederek “bilimsel
namuslarını” kurtarma telaşına düştüler. Öyle ya, yarın öğrencilerinden veya asistanlarından
biri vizitte “hocam bu olguya hasta mı diyelim, vaka mı” diye sorarsa ne yanıt
vereceklerdi?
Bunun üzerine Sağlık Bakanı 1 Ekim’de
“devletimiz, halkının sağlığı kadar ulusal çıkarlarını da korumaktadır” diyerek
vaka sayısını ulusal çıkarlar için gizlediklerini ima eder bir açıklama yaptı.
Tıp ve bilim gerektiğinde “ulusal çıkarlar” için feda edilebilirdi. Ancak bu
kez de Dünya Sağlık Örgütü devreye girdi ve Türkiye’den açıklama istedi.
İngiltere Ulaştırma Bakanlığı da Türkiye’nin verileri “güvenilir değil” diyerek,
Türkiye’ye karşı karantina tedbirleri uygulamaya başladı.
Bu olaylar yaşanırken 2 Ekim’de çok
ilginç bir gelişme yaşandı. Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) yeni açılan Türkiye
ofisi, Avrupa Bölgesinde COVİD-19 veri raporlamasını uyumlu hale getirmek için
yayınladığı basın bildirisinde, Türkiye’nin Ağustos’tan beri günlük test
kapasitesini arttırmasını övgüye değer bulduğunu açıkladı. Fakat örgüt, “girişinde”
bu övgünün yer aldığı bildirinin “devamında”, Türkiye’yi COVID 19 vakalarını
DSÖ rehberlerine göre bildirmeye çağırıyordu.
Bakan Fahrettin Koca 3 Ekim’deki
twitter mesajında DSÖ Avrupa Ofisinin bu bildirisini, “DSÖ Avrupa ofisi virüsün
yayılmasını önleme stratejimizi takdir etti. Türkiye bu konuda da deneyimini
paylaşmaya hazır. Avrupa Bölge Direktörü @hans_kluge ’ye teşekkürler” şekilnde
yorumladı. Oysa DSÖ Avrupa Ofisi Türkiye’nin “virüsün yayılmasını önleme
stratejisini” değil, “test sayısını arttırmasını” övüyordu. Yine Bakan
tweetinde DSÖ’nün COVID 19 vakalarını DSÖ rehberlerine göre bildirin uyarısına
hiç değinmiyordu.
Buna rağmen Bakan DSÖ Avrupa
direktörü Hans Kluge’ye teşekkür edince, Kluge de kendi tweetter hesabından “nezaketen”
teşekküre yanıt verdi ve “DSÖ Avrupa her zaman yanınızda” dedi. Bunun üzerine 4
Ekim’de Sağlık Bakanı Fahrettin Koca bir kez daha Kluge’ye teşekkür etti ve “yandaş
medya” bu “teşekkürlere” çok geniş yer verdi. Ancak bunların hepsi nezaket
mesajlarıydı ve sorun çözülmüş değildi. DSÖ hala Türkiye’nin COVID 19
bildirimlerini DSÖ Rehberine göre bildirmesini istiyor, fakat bu durum “geçiştirilmeye”
çalışılıyordu.
Son olarak Bakan dün bir tweet daha
atıyor ve DSÖ’nün bir Rapor yayınladığını Türkiye’nin COVID 19 mücadelesinde
bazı yönlerden örnek gösterildiğini söylüyordu. Raporda Türkiye’de ölüm oranlarının
düşük olduğu ve genç nüfusunu avantaja çevirdiği söylenmişti. Medya bunu “yeni”
bir rapor gibi haber yaptı, fakat Bakan’ın bahsettiği Rapor Temmuz ayında
yayınlanan rapordu ve günümüzdeki gelişmelerle hiçbir ilgisi yoktu.
ÇARESİZLİK?
Bütün bu gelişmeler
değerlendirildiğinde Ferhan Şaylıman’ın sorduğu sorunun yanıtı ortaya çıkmaya
başlıyor: çaresizlik.
Salgının ilk gününden beri sürekli
tekrarlıyoruz. COVID 19 “yeni” bir hastalık olabilir fakat insanlık, bilim ve
tıp bulaşıcı ve salgın hastalıklarla nasıl mücadele edilmesini gerektiğini
yüzyıllardır çok iyi biliyor. Bulaşıcı hastalığın adı ne olursa olsun, bulaşıcı
hastalıklarla mücadelenin “temel ilkeleri” aynıdır: hastaların izole edilmesi –
temaslıların karantinaya alınması.
Sorun bu ilkelerin “sermayenin
çıkarları” ile çelişki içinde olmasıdır. Sermaye, üretimin her ne pahasına
olursa olsun devam etmesi için “karantina” tedbirlerinin alınmasına ve
uygulanmasına karşı çıkmaktadır. Hükumetin ve Sağlık Bakanı’nın salgın
yönetiminde sermayenin çıkarlarını gözeten politikalar izlemesi nedeniyle
salgının önü alınamamakta, bilimsel gerçekler ve tıp bu nedenle
saptırılmaktadır.
Sürecin böyle ilerleyeceğini daha ilk
günden öngörmüş ve salgınla mücadeleye “işçi sınıfının” el koymasını talep
etmiştik. Bu talebimiz hala geçerlidir. İşçilerin ve emekçilerin kendi
sağlıklarına sahip çıkmaları ve salgın yönetimine sermayenin çıkarları yerine bilimin
ve tıbbın egemen olması halinde salgın kısa sürede kontrol altına alınabilecek
ve “işçiler ve emekçiler için” (sermaye için değil) en az kayıpla
atlatılabilecektir.
Akif Akalın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder