Translate

8 Ekim 2020 Perşembe

Hasta mısınız yoksa vaka mısınız?

Geçtiğimiz haftaya biri Maliye diğeri Sağlık Bakanı olmak üzere iki bakanın açıklamaları damgasını vurdu. Maliye Bakanı Albayrak bir gazetecinin dolar kuruna ilişkin sorusunu ben dolara bakmıyorum diye yanıtlarken, Sağlık Bakanı Koca da tıp tarihinde eşi – benzeri görülmemiş bir yaklaşımla vaka – hasta ayrımı yaparak, ben hastalık belirtisi olmayanlara bakmıyorum dedi. Oysa asıl bakılması gerekenler bunlar, ekonomide dolar ve sağlıkta hastalık belirtisi olmayanlardı.

 

Maliye Bakanı, TV programcısı Ahmet Hakan ile yaptığı bir TV programında dolar kurunun önemsenmemesi gerektiğini anlatmak için bizim maaşımızı dolarla almadığımızı söylüyordu. Bu doğruydu, gerçekten bizim gelirlerimiz Türk Lirası cinsindendi, fakat “giderlerimizi” dolar belirliyordu. Dolarda her bir kuruşluk artış, çarşıya – pazara katlanarak yansıyor, Türk Lirası cinsinden gelirlerimiz “sabit” kaldığı için her gün yoksullaşıyorduk. O halde yoksulluğa karşı mücadele edilecekse, dolar kuru bizi ilgilendirmez denemezdi.

 

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca ise asıl dertlerinin “hastalar”, yani PCR testi pozitif olup, aynı zamanda COVID 19 hastalığının belirtilerini gösterenler olduğunu, PCR testi pozitif olan fakat hastalık belirtisi göstermeyenleri “vaka” olarak kabul ettiklerini ve önemsemediklerini söylerken, aslında Türkiye’de salgınla mücadelede neden bu kadar başarısız olduğumuzu anlamamızı sağlıyordu. Bakan’ın düşündüğünün aksine asıl önemsenmesi gerekenler PCR testi pozitif olup, hastalık belirtisi vermeyenlerdi. Hastalığı toplum içinde asıl bunlar yayıyorlardı ve salgın durdurulmak isteniyorsa asıl buna karşı tedbir alınmalıydı.

 

Açıkçası Bakan’ın söylediğinin tam tersi için doğru denebilirdi. Çünkü hastalık belirtileri ortaya çıkan, ateşi yüksek, solunum sıkıntısı olan insanlar hasta olduklarını anlıyor ve hemen bir sağlık kuruluşuna başvuruyorlardı. Kendilerine COVID 19 teşhisi konduğunda hemen izole ediliyorlar ve artık hastalığı toplum içinde yayamıyorlardı. Oysa hastalık belirtisi göstermeyenler, hastalığı toplum içinde yaydıklarının da farkında değillerdi. Zaten bilim, tıp, Dünya Sağlık Örgütü, “dürüst” bilim insanları bu nedenle “test – test – test” diyorlardı. Test yapılsın ki, hastalık belirtisi göstermeyen hastalar tespit edilsin, hastalığı başkalarına bulaştırmaları önlensin…

 

HASTA – VAKA MESELESİ

 

Aslında hekimlikte esas olan kliniktir. Laboratuvar, hekime teşhis koyarken yardımcı olur fakat asla hekim sadece laboratuvar bulgusuyla teşhis koymaz. Bu durum birçok hastalık için geçerlidir. Diyelim bir kan tahlili yaptırdınız ve mesela şekeriniz yüksek çıktı. Hekim sırf kan tahlilinde şekeriniz yüksek çıktı diye size şeker hastalığı teşhisi koymaz. Bu tahlil sonucu eğer sizde şeker hastalığının belirtileri ve bulguları varsa anlamlıdır.

 

Fakat söz konusu hastalık “bulaşıcı” bir hastalıksa durum farklıdır. Çünkü “bulaşıcı hastalıkların” doğası diğer hastalıklarınkinden çok farklıdır. Bulaşıcı hastalıklara neden olan mikroorganizmalar vücuda girdiklerinde hemen hastalık belirtileri ortaya çıkmaz. Bulaşıcı hastalıklarda diğer hastalıklardan farklı olarak bir kuluçka süresi ve prodrom süresi vardır. Hastalığın belirtileri bunlardan sonra ortaya çıkar. Bu nedenle laboratuvar bulaşıcı hastalıklarda “teşhis koydurucu” bir nitelik taşır.

 

Biz hiçbir yakınması olmayan, ateşi olmayan, solunum sıkıntısı olmayan, kendisini tamamen sağlıklı hisseden insanlara “test yaparak” neye bakıyoruz, ne arıyoruz? Vücutlarında mikroorganizma olup olmadığına? Test pozitif çıkarsa, kişinin vücudunda mikroorganizma olduğunu, yani kişinin hasta olduğunu anlıyoruz. Henüz belirtiler ortaya çıkmadı fakat birkaç gün içinde çıkacak veya çıkmasa bile hastalığı başkalarına bulaştırabilecek. Sağlık Bakanı bunlara “hasta” değil “vaka” diyor. Oysa testi pozitif çıkan herkes, henüz hastalık belirtileri ortaya çıkmamış olsa da hastadır.

 

Dahası hastalığın başkalarına en çok bulaştığı, diğer bir deyişle toplum sağlığı bakımından en “tehlikeli” olduğu dönem, hastalık belirtilerinin ortaya çıkmasından hemen önceki birkaç günlük dönem ve hastalık belirtilerinin ortaya çıkmasından sonraki birkaç günlük dönemdir. Bakanın söylediğinin tam aksine hastalık belirtileri ortaya çıktıktan bir süre sonra hastalar hastalıklarını başkalarına bulaştırmazlar ve “halk sağlığı” sorunu olmaktan çıkarlar.

 

Zaten bulaşıcı hastalıklarla mücadelenin en büyük sorunu budur. Kişi hasta, virüsü başkalarına bulaştırıyor ama kendisinde hiçbir belirti yok. İşte zaten bunları tespit etmek için test yapıyoruz. Zaten klinik belirtiler ortaya çıkmışsa, hastada zatürre gelişmişse teste de çok ihtiyacımız yok, çünkü bunu tomografide de görebiliyoruz.

 

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca ne diyor? Her “vaka” hasta kabul edilmiyor, günlük verilerde sadece Covid-19 semptomu gösteren kişilerin yer alıyor diyor. Tıpta, bilimde, Dünya Sağlık Örgütü rehberlerinde böyle bir tanım yok. Bulaşıcı hastalıklarda teşhis laboratuvar ile konur. Test pozitif çıkarsa buna ister hasta ister vaka ister olgu deyin değişmez. Hepsi aynı anlama gelir: hasta. Tam tersine eğer klinik durumu hastalığa işaret ediyor ama laboratuvarda test negatif çıkarsa, buna da olası vaka diyoruz ve testi tekrarlıyoruz.

 

HASTA – VAKA MESELESİ NEREDEN ÇIKTI?

 

Dün benimle bu konuda röportaj yapan Ferhan Şaylıman, ben bunları anlattığımda, “Peki, Sağlık Bakanı doktor değil mi, bunları bilmiyor mu, neden böyle söylüyor” diye bir soru sordu. Gerçekten tıp fakültesinin üçüncü sınıfında okuyan öğrencilerin bildikleri bu basit bilgileri bir “uzman hekimin” bilmemesi mümkün müydü? Sağlık Bakanı’nı bilime ve tıbba rağmen “hasta – vaka” ayrımı yapmaya zorlayan ne olabilirdi?

 

Olayları ve olguları daha iyi anlayabilmek için “öncesine ve sonrasına” bakmak gerekir. O halde sorumuzun yanıtını, Bakan’ın 30 Eylül tarihinde yaptığı bu açıklamanın öncesinde ve sonrasındaki gelişmelerde aramalıyız.

 

Okurlarımızın çok iyi anımsayabilecekleri gibi biz salgının “başından” itibaren Sağlık Bakanlığı’nın tek tek hastaları iyileştirmeye ve insanların toplu halde hastalanarak hastanelerin kapasitesini zorlamaması için tedbirler almaya dayalı salgınla mücadele stratejisinin  yanlış olduğunu, salgınla mücadelenin hastaneler değil birinci basamak eliyle ve sürveyans çalışmaları temelinde yürütülmesi gerektiğini yazıyorduk.

 

Bu süreçte hastalık başta İtalya ve İspanya olmak üzere Avrupa ülkelerinde hızla yayılır ve çok sayıda ölüme neden olurken, Türkiye’de göreli bir “iyilik” hali yaşandı. Biz bu tablonun “aldatıcı” olduğunu, Türkiye’nin göreli genç bir nüfusa sahip olmasının ve özellikle yaşlı bakımının Avrupa ülkelerinde olduğu gibi büyük bakımevlerinde olmamasının bu sonucu verdiğini yazarken, birçokları bu durumu Sağlık Bakanlığı’nın salgınla mücadeledeki “başarısı” olarak görmeyi ve göstermeyi tercih ettiler.

 

Yaz aylarına girilmesiyle birlikte Nisan ve Mayıs aylarında yetersiz de olsa alınan tedbirler sermayenin talepleri doğrultusunda gevşetilince vaka sayıları yeniden tırmanışa geçti. Sağlık Bakanlığı’nın bu dönemde “vaka – hasta” ayrımı yapmadığını biliyoruz ve dolayısıyla vaka sayıları hızla artmaya başladı.

 

Bu durumdan rahatsız olan Sağlık Bakanlığı, Ağustos ayından itibaren “turkuaz” tabloda değişiklikler yapmaya başladı. Eşzamanlı olarak Türkiye’nin her yerinden “gerçek” vaka sayılarının Bakanlığın açıkladıklarının çok üzerinde olduğuna ilişkin bilgiler geldi. Meslek örgütleri, sendikalar, hatta zaman zaman Valiler, Belediye Başkanları Bakanlığın açıkladığı vaka sayıları üzerine kuşkular düşürdüler. Fakat hiç kimse bu kuşkuları “belgeleyemiyordu”. Taa ki, 29 Eylül tarihine kadar…

 

Her şey 29 Eylül’de CHP Milletvekili Murat Emir’in bir “belge” ifşa etmesiyle başladı. Belgede bir günde 30 bine yakın insanın PCR testinin pozitif bulunduğu görülüyordu. Oysa aynı gün Bakanlık sadece 1.500 kadar “hasta” olduğunu açıklamıştı.

 

Bakanlık önce ilk tepki olarak bu belge “sahte” dedi, fakat kısa zamanda belgenin sahte olmadığı, devletin resmi belgesi olduğu ve 10 Eylül gününe ait olduğu anlaşıldı. Arada müthiş, tam 20 kat bir fark vardı. Bu fark geleneksel “sehven öyle yazılmış” gibi açıklamalarla açıklanabilecek bir fark değildi.

 

Bunun üzerine Sağlık Bakanı 30 Eylül'de, “turkuaz” tabloya PCR testi pozitif olanların hepsinin yazılmadığını, sadece Kovid-19 semptomu gösteren kişilerin tabloya yazıldığını itiraf etmek zorunda kaldı.

 

Tabii hemen bütün camiadan tepkiler yağmaya başladı. Birçok hekim, bilim insanı, tıpta ve bilimde “vaka – hasta” diye bir ayrım olmadığını söylerken, bizzat Sağlık Bakanı tarafından seçilen ve atanan bazı Bilim Kurulu üyeleri de bu durumdan “haberleri olmadığını” iddia ederek “bilimsel namuslarını” kurtarma telaşına düştüler. Öyle ya, yarın öğrencilerinden veya asistanlarından biri vizitte “hocam bu olguya hasta mı diyelim, vaka mı” diye sorarsa ne yanıt vereceklerdi?

 

Bunun üzerine Sağlık Bakanı 1 Ekim’de “devletimiz, halkının sağlığı kadar ulusal çıkarlarını da korumaktadır” diyerek vaka sayısını ulusal çıkarlar için gizlediklerini ima eder bir açıklama yaptı. Tıp ve bilim gerektiğinde “ulusal çıkarlar” için feda edilebilirdi. Ancak bu kez de Dünya Sağlık Örgütü devreye girdi ve Türkiye’den açıklama istedi. İngiltere Ulaştırma Bakanlığı da Türkiye’nin verileri “güvenilir değil” diyerek, Türkiye’ye karşı karantina tedbirleri uygulamaya başladı.

 

Bu olaylar yaşanırken 2 Ekim’de çok ilginç bir gelişme yaşandı. Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) yeni açılan Türkiye ofisi, Avrupa Bölgesinde COVİD-19 veri raporlamasını uyumlu hale getirmek için yayınladığı basın bildirisinde, Türkiye’nin Ağustos’tan beri günlük test kapasitesini arttırmasını övgüye değer bulduğunu açıkladı. Fakat örgüt, “girişinde” bu övgünün yer aldığı bildirinin “devamında”, Türkiye’yi COVID 19 vakalarını DSÖ rehberlerine göre bildirmeye çağırıyordu.

 

Bakan Fahrettin Koca 3 Ekim’deki twitter mesajında DSÖ Avrupa Ofisinin bu bildirisini, “DSÖ Avrupa ofisi virüsün yayılmasını önleme stratejimizi takdir etti. Türkiye bu konuda da deneyimini paylaşmaya hazır. Avrupa Bölge Direktörü @hans_kluge ’ye teşekkürler” şekilnde yorumladı. Oysa DSÖ Avrupa Ofisi Türkiye’nin “virüsün yayılmasını önleme stratejisini” değil, “test sayısını arttırmasını” övüyordu. Yine Bakan tweetinde DSÖ’nün COVID 19 vakalarını DSÖ rehberlerine göre bildirin uyarısına hiç değinmiyordu.

 

Buna rağmen Bakan DSÖ Avrupa direktörü Hans Kluge’ye teşekkür edince, Kluge de kendi tweetter hesabından “nezaketen” teşekküre yanıt verdi ve “DSÖ Avrupa her zaman yanınızda” dedi. Bunun üzerine 4 Ekim’de Sağlık Bakanı Fahrettin Koca bir kez daha Kluge’ye teşekkür etti ve “yandaş medya” bu “teşekkürlere” çok geniş yer verdi. Ancak bunların hepsi nezaket mesajlarıydı ve sorun çözülmüş değildi. DSÖ hala Türkiye’nin COVID 19 bildirimlerini DSÖ Rehberine göre bildirmesini istiyor, fakat bu durum “geçiştirilmeye” çalışılıyordu.

 

Son olarak Bakan dün bir tweet daha atıyor ve DSÖ’nün bir Rapor yayınladığını Türkiye’nin COVID 19 mücadelesinde bazı yönlerden örnek gösterildiğini söylüyordu. Raporda Türkiye’de ölüm oranlarının düşük olduğu ve genç nüfusunu avantaja çevirdiği söylenmişti. Medya bunu “yeni” bir rapor gibi haber yaptı, fakat Bakan’ın bahsettiği Rapor Temmuz ayında yayınlanan rapordu ve günümüzdeki gelişmelerle hiçbir ilgisi yoktu.

 

ÇARESİZLİK?

 

Bütün bu gelişmeler değerlendirildiğinde Ferhan Şaylıman’ın sorduğu sorunun yanıtı ortaya çıkmaya başlıyor: çaresizlik.

 

Salgının ilk gününden beri sürekli tekrarlıyoruz. COVID 19 “yeni” bir hastalık olabilir fakat insanlık, bilim ve tıp bulaşıcı ve salgın hastalıklarla nasıl mücadele edilmesini gerektiğini yüzyıllardır çok iyi biliyor. Bulaşıcı hastalığın adı ne olursa olsun, bulaşıcı hastalıklarla mücadelenin “temel ilkeleri” aynıdır: hastaların izole edilmesi – temaslıların karantinaya alınması.

 

Sorun bu ilkelerin “sermayenin çıkarları” ile çelişki içinde olmasıdır. Sermaye, üretimin her ne pahasına olursa olsun devam etmesi için “karantina” tedbirlerinin alınmasına ve uygulanmasına karşı çıkmaktadır. Hükumetin ve Sağlık Bakanı’nın salgın yönetiminde sermayenin çıkarlarını gözeten politikalar izlemesi nedeniyle salgının önü alınamamakta, bilimsel gerçekler ve tıp bu nedenle saptırılmaktadır.

 

Sürecin böyle ilerleyeceğini daha ilk günden öngörmüş ve salgınla mücadeleye “işçi sınıfının” el koymasını talep etmiştik. Bu talebimiz hala geçerlidir. İşçilerin ve emekçilerin kendi sağlıklarına sahip çıkmaları ve salgın yönetimine sermayenin çıkarları yerine bilimin ve tıbbın egemen olması halinde salgın kısa sürede kontrol altına alınabilecek ve “işçiler ve emekçiler için” (sermaye için değil) en az kayıpla atlatılabilecektir.

 

Akif Akalın

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder