Pandemi sürecinde içine düşülen krizin aslında “ahlaki” bir kriz olduğunu teslim edenlerin sayısı her geçen gün artıyor. Son olarak Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Genel Direktörü Dr. Tedros Adhanom Ghebreyesus da, Covid 19 salgınıyla mücadelede izlenen “sürü bağışıklığı” stratejisine ilişkin, "Tam olarak anlayamadığımız tehlikeli bir virüsün serbestçe dolaşmasına izin vermek, basit bir şekilde ahlak dışıdır. Bu bir seçenek değildir" dedi.
Pandeminin başından beri kaleme
aldığımız bütün yazılarda Covid 19’a neden olan virüsün “yeni” bir virüs (yeni
koronavirüs) olduğunu fakat neticede Covid 19’un da diğer bulaşıcı hastalıklar
gibi bulaşıcı bir hastalık olduğunu belirttik. İnsanlık yüzyıllardır bulaşıcı
ve salgın hastalıklarla nasıl mücadele ettiyse, Covid 19 salgınıyla da aynı
şekilde mücadele etmeli dedik.
Neydi bulaşıcı ve salgın
hastalıklarla mücadelenin temel ilkeleri? İzolasyon ve karantina. Bizzat Sağlık
Bakanı Fahrettin Koca da geçtiğimiz haftalarda “asıl çözümün” bunlar olduğunu
söylemedi mi?
Salgınla nasıl mücadele edileceğini bilmek için profesör olmak gerekmez
Solunum yoluyla bulaşan bir salgın hastalıkla mücadele
edebilmek için yapılması gerekenler bellidir. Bunları bilmek için “profesör” olmaya
gerek yoktur. Tıp fakültesinin üçüncü sınıfında okuyan bir öğrenci bunları
ezbere sayabilir: Hastalığın toplum içinde yayılmasını önlemek ve salgını
kontrol altına almak için gerekli tedbirler iki düzeyde alınır: toplumsal ve
bireysel.
Toplumsal düzeyde alınması gereken tedbirler “devlet” tarafından alınır. Bu
tedbirler arasında en önemli olanlar virüsün toplum içinde dolaşımını önlemek için
insan hareketliliğinin kısıtlanması ve bu sayede hastaların hastalığı
diğerlerine bulaştırmalarının önüne geçilmesi için alınan tedbirlerdir.
Bunlar, hayati olmayan sektörlerde üretimin tatil edilerek
işçilerin ve emekçilerin, okullar tatil edilerek öğrencilerin evlerinde
kalmalarının sağlanması olarak sıralanabilir. Gerektiğinde insanların toplu
halde bulundukları alışveriş merkezleri kapatılabilir, spor karşılaşmaları
seyircisiz oynanabilir, hatta sokağa çıkma yasakları getirilebilir.
Devletin toplum düzeyinde alması gereken tıbbi tedbirlerin
başında hastaların belirlenmesi için bütün topluma yönelik olabildiğince fazla
sayıda test yapılması gelmektedir. Yapılan testlerle tespit edilen hastalar
izole edilirken, bu hastaların temas ettiği bireyler karantinaya alınacaktır.
Bu tedbirleri devletin sağlık birimleri uygular. Bu sürecin başarısı, devletin
sağlık birimlerinin sıkı bir sürveyans çalışması yürütebilme ve salgını çok
yakından izleyebilme kapasitelerine bağlıdır.
Bireysel düzeyde alınması gereken tedbirler kısaca “maske – mesafe – hijyen”
biçiminde formüle edilebilir. İnsanlardan hastalığı başkalarına
bulaştırmamaları için maske takmaları, diğerleriyle aralarında en az 1,5 metre
fiziksel mesafeyi korumaları ve hijyene daha fazla dikkat etmeleri istenir.
Salgının kontrol altına alınmasının mümkün olduğu kanıtlandı
Küba veya Hindistan’ın Kerala eyaleti gibi işçi sınıfının iktidarda olduğu coğrafyalarda ve işçi sınıfının bilinç ve
örgütlülük düzeyinin yüksek olduğu kapitalist ülkelerde bu tedbirlerle salgın
kısa sürede kontrol atına alındı. Türkiye dahil sermayenin çıkarlarını
gözeterek “toplum” düzeyinde tedbirler almamaya gayret eden, salgınla
mücadeleyi “birey” düzeyinde tedbirlere sığdırmaya çabalayan kapitalist
ülkelerde ise salgın “dalgalı” bir seyir içinde devam etti. Vaka sayılarının
tedbirler alındıkça azalıp, gevşetilince arttığı dalgalanma, “sürü bağışıklığı”
beklentilerinin gerçekçi olmadığının anlaşılmasına rağmen toplum düzeyinde
alınması gereken tedbirlerin alınmaması nedeniyle salgın kontrol altına
alınamadı.
Ahlaki kriz
Yaz aylarına girilirken kriz artık
bir sağlık krizi olmaktan çıkarak “ahlaki krize” dönüşmeye başladı. Hoca olarak
görev yaptıkları tıp fakültelerinde öğrencilerine ve asistanlarına bulaşıcı
hastalıklarla mücadelede birey ve toplum düzeyinde tedbirler alınması
gerektiğini öğreten profesörler, Türkiye’de ve diğer birçok kapitalist ülkede toplum
düzeyinde tedbirler alınmamasını, mücadelenin birey düzeyinde tedbirlerle
yürütülmeye çalışılmasını desteklediler, karşı çıkmadılar veya sessiz kalarak
geçiştirdiler.
İşçilerin 14 gün süreyle “kapalı
sistem” adı altında, sırf Dardanel siparişlerini yetiştirebilsin diye köle gibi
çalıştırılmalarına tıbbın ve hekimliğin alet edilmesi, ahlaki krizin zirve
yaptığı anlardan biri olarak tarihe geçti. Çiğdem Toker, Sözcü Gazetesi’nin 31 Temmuz 2020 tarihli
nüshasında yer alan Köleliğin yeni adı: Kapalı devre çalışma başlıklı
makalesinde durumu şöyle özetliyordu:
“Covid-19, büyük ölçekli bazı
işletmeler için altın bir fırsata (!) dönüştü. Hastalanma ile işini kaybetme
tehdidi arasına sıkışan işçilere insanlık dışı koşulları dayatma fırsatına.
Üstelik bu dayatmayı yaparken, sağlığı ve güvenliği düşünüyormuş havası yaymayı
ihmal etmeden”.
Artık tartışılan bilim değil ahlak
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Genel
Direktörü Tedros Adhanom Ghebreyesus’un “Halk sağlığı tarihinde hiçbir zaman
bir pandemiye yanıt verme stratejisi olarak sürü bağışıklığı kullanılmamıştır.
Bilimsel ve etik açıdan sorunludur" ifadesi artık bilimsel veya tıbbi bir
sorunu değil, “ahlaki” bir sorunu tartışıyor olduğumuzun en somut ifadesidir.
Artık başta Halk Sağlığı ve
Enfeksiyon Hastalıkları uzmanları olmak üzere bütün hekimler ve sağlıkçılar “ahlaki”
sorumluluklarını, yeni moda deyişle “etik” yükümlülüklerini anımsamalı ve
toplumu salgınla nasıl mücadele edilmesi gerektiği konusunda aydınlatmalıdır. Tarih
bugün bu sorumluluklarını yerine getirmeyenleri, salgının her gün onlarca
emekçiyi aramızdan ayırmasını sessizce seyredenleri asla affetmeyecektir.
Akif Akalın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder