Bugün medyaya bir haber düştü: “CHP'nin
‘meslek hastalığı’ önergesi AKP ve MHP oylarıyla reddedildi”.
Zerre şaşırdık mı? Hayır. Aksine TBMM, COVID 19’u bir meslek hastalığı olarak kabul etseydi çok şaşırır, bugüne kadar okuduklarımızı, bildiklerimizi sorgulamak zorunda kalırdık. Çünkü bugün COVID 19’un bir meslek hastalığı olarak kabul edilmesi için gereken bütün “tıbbi – teknik” koşullar var fakat en önemli koşul yok: “sınıf mücadelesi”.
Bunu nereden mi biliyoruz? Tarihten
biliyoruz. Dünyada ve Türkiye’de işçilerin ve emekçilerin sağlık alanında, işçi
sağlığı ve iş güvenliği alanında elde ettiği kazanımların tarihinden biliyoruz.
Bu tarih içinde ne dünyada ne de Türkiye’de mücadele edilmeden kazanılmış tek
bir hak yoktur.
Gelin Avrupa’da işçilerin, işçi
sağlığı ve iş güvenliği alanındaki ilk kazanımlarını elde ettikleri 1880’li
yıllara gidelim. Bu dönemde Bismarck tarafından inşa edilen kamu sigortacılığı
modelini (bizdeki eski SSK ve şimdiki SGK) Avrupa’da 1848 Ayaklanmaları ile başlayan
ve 1871 Paris Komünü ile taçlanan mücadele dalgasına borçluyuz.
Tarihte işçi sağlığı ve iş güvenliği
alanındaki en büyük kazanımlar 1917 Ekim Devrimi ile geldi. İşçi sağlığında standartların
belirlenmesine ve uygulanmasına Sovyetler Birliği öncülük etti ve işçi
sağlığına zararlı 14 kimyasal maddeyi içeren bir liste yayınlandı. Çalışma
ortamlarında toksik (zehirli) maddeler için azami kabul edilebilir
yoğunlukların belirlenmesi için hükümet tarafından bilimsel bir komite
görevlendirildi.
SSCB’de 1922 yılında ilk “Meslek
Hastalıkları Kliniği” açıldı, 1923 yılında –daha sonra İş Hijyeni ve Meslek
Hastalıkları adını alacak olan– Obukh Meslek Hastalıkları Araştırma Enstitüsü kuruldu.
1924 yılında mesleki zehirlenmelerin bildirimi zorunlu kılındı.
1930’lu yıllardan itibaren kapitalist
ülkelerde işçiler ve emekçiler, Sovyet işçilerinin işçi sağlığı ve iş güvenliği
alanında elde ettiği kazanımların kendi ülkelerinde de uygulanması için büyük
bir mücadele içine girdiler ve güçleri oranında kazanımlar elde ettiler.
Ancak dünyada ve Türkiye’de işçi
sağlığı ve iş güvenliği alanında elde edilen kazanımlar “sektör” bazında
incelendiğinde, ironik bir şekilde bu kazanımların en zayıf olduğu alanların
başında “sağlık sektörü” gelir.
Bunun nedeni maalesef sanıldığı gibi “terzinin
kendi söküğünü dikememesi” değil, dünyada ve Türkiye’de sağlık emekçileri
arasında “sınıf bilincinin” çok zayıf oluşudur. Sınıf bilinci sadece sağlık
emekçileri arasında ekonomik yönden oldukça iyi durumda olan hekimler arasında
değil, sektördeki diğer sağlık emekçileri arasında da çok düşüktür. Bu durum
kendisini “sendikalaşma oranındaki” düşüklükle açıkça göstermektedir.
Türkiye’de sağlığın özelleştirilmesi,
piyasalaştırılması ve bugün finansallaştırılması süreçlerine bakıldığında,
sağlık emekçilerinin geçtiğimiz 30 yıllık dönemde işçi sağlığı ve iş güvenliği
alanında edinilmiş kazanımları “kağıt üzerinde” bırakan bu süreçler karşısında
yeterli direnç göstermediği söylenebilir.
Aile Hekimliği sürecinde hükumet
hekimlere rüşvet vererek dünyanın en büyük kamucu sağlık sistemlerinden birini
kolayca yıkmayı başarabilmiştir. Sınıf bilincinden yoksun birçok hekim, devlet
memuru iken aldıkları maaşın birkaç katını alabilmek için, Sağlık Ocakları’nın
kapatılmasına ve birinci basamağın özelleştirilmesine sessiz kalmıştır.
Hastanelerin özelleştirilmesi ve
piyasalaştırılması süreçlerinde de hekimlerin hiç de iyi bir sınav
vermediklerini biliyoruz. Bu süreçlerin en önemli enstrümanı olan “döner
sermaye” uygulamasına, “döner sermayeden pay verilmesi” karşılığında direnmeyen
hekimler, yalnızca “muayenehanelerin kapatılması” meselesinde itiraz
etmişlerdir.
Türkiye’de yapılan bilimsel
araştırmalar, hekimlerin ve sağlık emekçilerinin “kendi” mesleki sağlık ve
güvenlikleri konusunda da ne kadar “bilinçsiz” olduklarını ortaya koymaktadır.
Sağlık kuruluşlarında görülen iş kazaları içinde en sık rastlanan kesici –
delici alet yaralanmalarının (iğne batması, kesiler vb) çok azı kurumun İSG
birimlerine bildirilmektedir.
Her gün hasta bakımı sırasında bir
inşaat işçisinin sırtladığı 50 kiloluk çimento torbasından çok daha fazla
ağırlık (hasta) kaldıran hemşirelerin ve diğer sağlık emekçilerinin sadece
inanılmayacak kadar küçük bir yüzdesi kas – iskelet sistemlerindeki sorunların
bundan kaynaklanabileceğini düşünebilmektedir.
Bugün “sermayenin” iş yasalarında
dahi sağlık kuruluşları “en tehlikeli” işyerleri arasında
sınıflandırılmaktadır. Yani sermaye dahi hastaneleri işçi sağlığı ve iş güvenliği
bakımından bir maden ocağı kadar “tehlikeli” kabul etmektedir. Peki, Türkiye’deki
sağlık emekçileri arasında bunun kendi sağlık ve güvenlikleri için ne anlama
geldiğini bilenlerin oranı nedir?
Sonuç olarak bugün TBMM’de COVID 19’un
bir meslek hastalığı olarak kabul edilmemesi hiç şaşırtıcı değildir. On
binlerce sağlık emekçisinin COVID 19’a yakalanması ve bunlardan en az 101’i
hekim, 278’inin yaşamını yitirmesi karşısında sermaye (ve sermayenin Meclisteki
temsilcileri), COVID 19’un bir meslek hastalığı olarak kabul edilmesinin “tıbbi
– teknik” koşullarına değil, “sınıf mücadelesi” koşuluna bakmıştır ve bu koşul
karşılanmadığı için öneri reddedilmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder