Translate

26 Aralık 2020 Cumartesi

Sınıf mücadelesi yoksa meslek hastalığı da yok


Bugün medyaya bir haber düştü: “CHP'nin ‘meslek hastalığı’ önergesi AKP ve MHP oylarıyla reddedildi”.

 

Zerre şaşırdık mı? Hayır. Aksine TBMM, COVID 19’u bir meslek hastalığı olarak kabul etseydi çok şaşırır, bugüne kadar okuduklarımızı, bildiklerimizi sorgulamak zorunda kalırdık. Çünkü bugün COVID 19’un bir meslek hastalığı olarak kabul edilmesi için gereken bütün “tıbbi – teknik” koşullar var fakat en önemli koşul yok: “sınıf mücadelesi”.

 

Bunu nereden mi biliyoruz? Tarihten biliyoruz. Dünyada ve Türkiye’de işçilerin ve emekçilerin sağlık alanında, işçi sağlığı ve iş güvenliği alanında elde ettiği kazanımların tarihinden biliyoruz. Bu tarih içinde ne dünyada ne de Türkiye’de mücadele edilmeden kazanılmış tek bir hak yoktur.

 

Gelin Avrupa’da işçilerin, işçi sağlığı ve iş güvenliği alanındaki ilk kazanımlarını elde ettikleri 1880’li yıllara gidelim. Bu dönemde Bismarck tarafından inşa edilen kamu sigortacılığı modelini (bizdeki eski SSK ve şimdiki SGK) Avrupa’da 1848 Ayaklanmaları ile başlayan ve 1871 Paris Komünü ile taçlanan mücadele dalgasına borçluyuz.

 

Tarihte işçi sağlığı ve iş güvenliği alanındaki en büyük kazanımlar 1917 Ekim Devrimi ile geldi. İşçi sağlığında standartların belirlenmesine ve uygulanmasına Sovyetler Birliği öncülük etti ve işçi sağlığına zararlı 14 kimyasal maddeyi içeren bir liste yayınlandı. Çalışma ortamlarında toksik (zehirli) maddeler için azami kabul edilebilir yoğunlukların belirlenmesi için hükümet tarafından bilimsel bir komite görevlendirildi.

 

SSCB’de 1922 yılında ilk “Meslek Hastalıkları Kliniği” açıldı, 1923 yılında –daha sonra İş Hijyeni ve Meslek Hastalıkları adını alacak olan– Obukh Meslek Hastalıkları Araştırma Enstitüsü kuruldu. 1924 yılında mesleki zehirlenmelerin bildirimi zorunlu kılındı.

 

1930’lu yıllardan itibaren kapitalist ülkelerde işçiler ve emekçiler, Sovyet işçilerinin işçi sağlığı ve iş güvenliği alanında elde ettiği kazanımların kendi ülkelerinde de uygulanması için büyük bir mücadele içine girdiler ve güçleri oranında kazanımlar elde ettiler.

 

Ancak dünyada ve Türkiye’de işçi sağlığı ve iş güvenliği alanında elde edilen kazanımlar “sektör” bazında incelendiğinde, ironik bir şekilde bu kazanımların en zayıf olduğu alanların başında “sağlık sektörü” gelir.

 

Bunun nedeni maalesef sanıldığı gibi “terzinin kendi söküğünü dikememesi” değil, dünyada ve Türkiye’de sağlık emekçileri arasında “sınıf bilincinin” çok zayıf oluşudur. Sınıf bilinci sadece sağlık emekçileri arasında ekonomik yönden oldukça iyi durumda olan hekimler arasında değil, sektördeki diğer sağlık emekçileri arasında da çok düşüktür. Bu durum kendisini “sendikalaşma oranındaki” düşüklükle açıkça göstermektedir.

 

Türkiye’de sağlığın özelleştirilmesi, piyasalaştırılması ve bugün finansallaştırılması süreçlerine bakıldığında, sağlık emekçilerinin geçtiğimiz 30 yıllık dönemde işçi sağlığı ve iş güvenliği alanında edinilmiş kazanımları “kağıt üzerinde” bırakan bu süreçler karşısında yeterli direnç göstermediği söylenebilir.

 

Aile Hekimliği sürecinde hükumet hekimlere rüşvet vererek dünyanın en büyük kamucu sağlık sistemlerinden birini kolayca yıkmayı başarabilmiştir. Sınıf bilincinden yoksun birçok hekim, devlet memuru iken aldıkları maaşın birkaç katını alabilmek için, Sağlık Ocakları’nın kapatılmasına ve birinci basamağın özelleştirilmesine sessiz kalmıştır.

 

Hastanelerin özelleştirilmesi ve piyasalaştırılması süreçlerinde de hekimlerin hiç de iyi bir sınav vermediklerini biliyoruz. Bu süreçlerin en önemli enstrümanı olan “döner sermaye” uygulamasına, “döner sermayeden pay verilmesi” karşılığında direnmeyen hekimler, yalnızca “muayenehanelerin kapatılması” meselesinde itiraz etmişlerdir.   

 

Türkiye’de yapılan bilimsel araştırmalar, hekimlerin ve sağlık emekçilerinin “kendi” mesleki sağlık ve güvenlikleri konusunda da ne kadar “bilinçsiz” olduklarını ortaya koymaktadır. Sağlık kuruluşlarında görülen iş kazaları içinde en sık rastlanan kesici – delici alet yaralanmalarının (iğne batması, kesiler vb) çok azı kurumun İSG birimlerine bildirilmektedir.

 

Her gün hasta bakımı sırasında bir inşaat işçisinin sırtladığı 50 kiloluk çimento torbasından çok daha fazla ağırlık (hasta) kaldıran hemşirelerin ve diğer sağlık emekçilerinin sadece inanılmayacak kadar küçük bir yüzdesi kas – iskelet sistemlerindeki sorunların bundan kaynaklanabileceğini düşünebilmektedir.  

 

Bugün “sermayenin” iş yasalarında dahi sağlık kuruluşları “en tehlikeli” işyerleri arasında sınıflandırılmaktadır. Yani sermaye dahi hastaneleri işçi sağlığı ve iş güvenliği bakımından bir maden ocağı kadar “tehlikeli” kabul etmektedir. Peki, Türkiye’deki sağlık emekçileri arasında bunun kendi sağlık ve güvenlikleri için ne anlama geldiğini bilenlerin oranı nedir?

 

Sonuç olarak bugün TBMM’de COVID 19’un bir meslek hastalığı olarak kabul edilmemesi hiç şaşırtıcı değildir. On binlerce sağlık emekçisinin COVID 19’a yakalanması ve bunlardan en az 101’i hekim, 278’inin yaşamını yitirmesi karşısında sermaye (ve sermayenin Meclisteki temsilcileri), COVID 19’un bir meslek hastalığı olarak kabul edilmesinin “tıbbi – teknik” koşullarına değil, “sınıf mücadelesi” koşuluna bakmıştır ve bu koşul karşılanmadığı için öneri reddedilmiştir.   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder