Yine bir felaket, yine bildik ekran
profesörleri, yine yetkililerin hiçbir kusurları olmadığına ilişkin
açıklamaları, yine acılı ağıtlar eşliğinde yürek yakan görüntüler ve yine
gözyaşı.
Psikolojide bir olayı daha önceden
yaşamışlık duygusunu ifade eden “déjà vu” diye bir kavram vardır. İki haftadır
ekranları izlerken şimdiye dek kaç defa bu duyguyu yaşadık diye düşünmeden
edemiyor insan. Şahsen ben sayısını hatırlayamıyorum.
Öyle ki, emin olun kanallardan biri yanlışlıkla “6 Şubat” yerine “17 Ağustos” depreminin enkaz görüntülerini veya depremden sonra uzmanların ve siyasetçilerin yaptıkları konuşmaları yayınlasaydı, hiçbirimiz fark etmezdik.
Bireyci dünya görüşü üzerine inşa
edilmiş toplum, felaketlere “birey prizmasından” bakıyor, olayları ve olguları
birey düzeyinde kavramaya çalışıyor. Hırsız müteahhit demirden çalmasa,
rüşvetçi kamu görevlileri hırsızlara göz yummasa, herkes işini düzgün yapsa
başımıza bu felaketlerin gelmeyeceğini düşünüyor, “bağlamı” göremiyoruz.
Yine ufkumuz birey düzeyinde
olduğundan, evimiz güvenli olursa güvende olacağımızı zannediyoruz. Oysa Turist
Rehberleri Birliği (TUREB) eğitimi için Adıyaman’a gelen rehberler yaşamlarını
bir otel enkazında yitirdiler. Fakat bireycilik gözlerimizi öyle kör ediyor ki,
bu olaya tanık olmamıza rağmen deprem denince aklımıza yalnızca “evimizin
kolonları” geliyor.
Daha birkaç ay önce eşimle birlikte
bir güneydoğu gezisi yapmış, Hatay, Antep ve Urfa’yı ziyaret etmiştik. Gaziantep
ve Urfa’yı bilmiyorum fakat Hatay’da kaldığımız ve gezdiğimiz hemen her yer
şimdi enkaz halinde. Yani muhtemelen gezimizi birkaç ay sonra yapmış olsaydık,
bugün enkaz altında olacaktık.
O halde felaketlerden korunabilmeniz
için evinizin, işyerinizin, hatta çocuğunuzun okulunun sağlam olması yetmiyor,
“her yer” sağlam olmalı. Depreme yer kazanmak için kolonları kesilmiş bir alış
– veriş merkezinde veya ziyarete gittiğiniz üzerine üç kaçak kat çıkılmış bir
apartmanda oturan bir dostunuzun evinde yakalanmayacağınızın garantisi var mı?
İşte ekranlarda daha yeni yapılmış
tünellerin, karayollarının halini gördünüz. Emin olun depreme o tünellerden
birinin içinde veya o yollarda giderken yakalanmadıysanız, bu sadece şans. Bir
dahakine yakalanmayacağınızı kimse garanti edemez.
Fakat bu gerçeği görebilmek ve sadece
benim evim değil “her yer” sağlam ve güvenli olmalı diyebilmek için, dünyaya
“toplum prizmasından” bakabilmek, “kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya
da hiç birimiz” diyebilmek gerekiyor.
Dünyaya “her koyun kendi bacağından”
diye bakan birinin bir felaketten kurtulsa diğerine yakalanacağı, kendisi
yakalanmasa sevdiklerinden birinin yakalanacağı kesin gibidir. Nitekim öyle
olmuyor mu? Her felakette birkaç tanıdığımızı, yakınımızı yitirmiyor muyuz?
Eğer çaresizlik içinde sıranın bize
ve sevdiklerimize gelmesini beklemek istemiyorsak, hırsız müteahhidin demirden
çaldığı, rüşvetçi kamu görevlisinin hırsıza göz yumduğu, kimsenin işini düzgün
yapmadığı “bağlamı” görmek ve anlamak zorundayız.
İstanbul Tıp Fakültesi hocalarından
Zeki Kılıçaslan tweetinde “İmar/inşaat rantı ülkemizde siyasetin (siyasetçinin)
ana finans kaynağıdır! Deprem öldürmez rantçı siyaset öldürür!” veya “Yap
yıkılsın, yeniden yap yeniden yıkılsın,
bu arada 250 sektör büyüsün. İşte ekonomik mucize…” derken deprem
felaketinin “bağlamına” vurgu yapıyor.
ODTÜ Ekonomi’den Cem Somel hocamız
tweetinde “Deprem dışı yerleşimlerde kiraların fırlaması, depremzedeler
arsalarını satışa çıkardıkça bölgede arazi mülkiyetinin temerküz etmesi, depremzedeler
iş aramağa girişince bütün ülkede işçi ücretlerinin dibi vurması piyasa
ekonomisinin kaçınılmaz sonucu olacak” derken depremin “bağlamını” tanımlıyor.
Bağlam “piyasa ekonomisidir”.
1999 depremi dahil birçok olağanüstü durumda
görev almış deneyimli bir arkadaşımız olan ve dün deprem bölgesinden gelen
Çanakkale Tabip Odası eski başkanı Dr. Eftal Yıldırım “şimdiye kadar böyle
kaos, beceriksizlik görmedim” derken, bu “bağlamın” başka bir yönüne işaret
ediyor.
Kamusal olan her şeyin
özelleştirildiği ve piyasalaştırıldığı bir düzende felaketler, ülkenin
(toplumun) ekonomik, sosyal ve siyasal kusurlarına ayna tutuyor, bu kusurları
görünür hale getiriyor. Örneğin Sağlık Ocakları’nın özelleştirilip, Aile
Hekimliği sistemine geçilmesinin sonuçları, felaketlerde sağlık hizmetine
erişilemediğinde anlaşılıyor. Küba’dan gelen doktorların Maraş’ta yaptıklarını
görünce Sağlık Ocaklarını kapatarak neyi yitirdiğimizi anlıyoruz.
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca bugün
deprem bölgesinde “suçiçeği vakası saptandı, akut bağırsak enfeksiyonlarında
artış var” demiş. Oysa biz dahil birçok halk sağlıkçı dostumuz Sağlık Bakanlığı
hemen tedbir almazsa deprem bölgesinde salgın hastalık patlayabileceğini iki
hafta önce, depremin ilk günü söylemiştik. Fakat “piyasa düzeninde”
hastalıkları önleyebilmek neredeyse olanaksız, uyarmak fayda etmiyor.
Sonuç olarak yaşanan ve yaşanacak
felaketlerin panzehiri “planlı ekonomi” ve “kamucu düzen”dir. Ancak planlı bir
ekonomide bütün yurttaşlar felaketlere karşı korunabilir ve ancak kamucu bir
düzende güven içinde yaşayabilirler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder