Translate

4 Kasım 2020 Çarşamba

Küba’dan COVID 19 dersleri

Artık salgının birinci yılının sonuna yaklaşıyoruz. Anımsanacağı gibi salgının ilk aylarında yaptığımız söyleşilerde COVID 19 salgınının, 1918 – 1920 yılları arasında görülen İspanyol Gribi ile birçok benzerlikler gösterdiğini ve gerekli tedbirler alınmazsa COVID 19 salgınının da dalgalar halinde devam edebileceğini söylemiştik. Maalesef yetkililer salgınla mücadeleyi gerektiği gibi bilimsel esaslara dayanarak yürütmedi ve şimdi hızla ikinci yıla ilerliyoruz. Bu süreçte çok başarılı bir sınav veren Küba, bugünlerde salgın sürecini yeniden değerlendiriyor ve dersler çıkartmaya çalışıyor.


Küba’da ilk vakanın doğrulandığı 11 Mart’tan, Temmuz ayına kadar geçen 110 gün içinde 1.174’ü erkek ve 1.166’sı kadın toplam 2.340 vaka kaydedildi (binde 0,2) ve bunlardan 52’si erkek, 34’ü kadın toplam 86’sı yaşamını yitirdi (vaka-ölüm hızı yüzde 3,67).  

 

Önceki yazılarımızda salgının Küba’ya İtalyan turistlerle nasıl taşındığının öyküsünü detaylı olarak aktarmıştık. Küba’da tespit edilen 2.340 vakadan 162’si bu şekilde hastalığa yurtdışında yakalanarak hastalığın kuluçka süresi içinde Küba’ya gelenlerden oluşuyordu. Ölenlerin en genci 35 ve en yaşlısı 101 yaşındaydı (ortalama 73,6 yıl). Ölenlerin yüzde 70 kadarında aynı zamanda kronik sağlık sorunları vardı.

 

Küba’da salgına “etkin” müdahale sayesinde 25 vaka ile zirve yapılan beşinci haftadan sonra vaka sayıları hızla azaldı ve Temmuz’da ortalama 1’e düştü. Ro değeri beşinci haftadan sonra 1’in üzerine çıkmadı. Burada en büyük rol, ilk vakanın görüldüğü 11 Mart’tan sadece 13 gün sonra Küba’da karantina tedbirleri alınarak fiziksel mesafe koşullarının yaratılmasıdır. Bu tedbirler virüsün toplum içinde yayılmasının durdurulmasında çok etkili olmuştur.

 

Küba’da salgınla mücadelenin sadece Sağlık Bakanlığı tarafından yürütülmediğini, salgına ilk günden itibaren çok-sektörlü bir yaklaşımla müdahale edildiğini belirtmek gerekir. Sivil Savunma başta olmak üzere devletin diğer birimleri salgın mücadelesinde etkin rol alırken, başta Devrimi Savunma Komiteleri ve Küba Kadınlar Federasyonu olmak üzere sivil toplum örgütleri ve sendikalar mücadeleye “aktif” katılmışlardır. Türkiye’de Sağlık Bakanlığı’nın sağlık meslek örgütlerini, sendikaları hatta yandaş profesörler dışında üniversiteleri nasıl salgınla mücadelenin dışında tutma çabası içinde olduğu unutulmamalıdır. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için İlker Belek'in aşağıdaki yazısı tavsiye edilir:


https://drilkerbelek.blogspot.com/2020/11/kubada-afetlerlemucadele-oncu-guc.html

 

Küba’nın salgına “etkin” müdahalesi, testleri pozitif çıkanların, bunların temas ettiği insanların ve şüphelilerin “aktif” olarak, yani bunların Türkiye’de olduğu gibi hastalanarak hastaneye gelmelerini beklemeksizin, “kapı – kapı” dolaşılıp taranarak bulunması stratejisine dayanıyor. Vakalar Türkiye’deki gibi klinik belirti ve bulguları olup olmadığına bakılmaksızın sağlık kurumlarında veya bu amaçla kurulan merkezlerde “izole ediliyor”. Fakat burada çok önemli bir Küba farkı var. Sadece “hastalar” değil, “temaslılar” da, aynı hastalar gibi hastalığın kuluçka süresi (14 gün) boyunca sağlık kurumlarında izole edildiler.


Oysa bu süreçte Çanakkale'de Dardanel fabrikasında işçiler, İl Hıtzıssıhha Kurulu kararı marifetiyle "kapalı sistem" çalışma adı altında "fabrikada" izole edilmişlerdi. Aralarında Çanakkale Tabip Odası temsilcisinin de bulunduğu doktorlar, Umumi Hıfzıssıhha Kanunu'nu çiğneyerek hasta işçileri iki hafta fabrikaya kapatarak çalıştırdılar. Daha sonra bu uygulama Türkiye'nin başka şehirlerindeki fabrikalara örnek oldu.

 

Günahını almayalım, sadece Türkiye değil, insan hayatının sermaye birikiminin gereksinimleri karşısında bir değerinin bulunmadığı, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyinin düşük olduğu diğer kapitalist ülkelerde de, vakalar Küba’daki gibi "sağlık kurumlarında" izole edilmedi, bunun yerine hastalardan “kendi kendilerini izole etmeleri” istendi. Yeterli temaslı ve şüpheli takibi yapılamadı, özellikle asepmptomatik (belirti göstermeyen) hastalar toplum içinde hastalığı yaymaya devam ettiler.

 

“Etkin” müdahalenin en önemli ayağı olan “takip” sayesinde doğrulanmış vakaların yüzde 88,4’ünün daha önce doğrulanmış olan vakalarla teması ortaya kondu. Bunların yüzde 54’ü presemptomatik veya asemptomatik vakalardı. Eğer Türkiye ve diğer birçok ülkede olduğu gibi yeterli takip yapılmasaydı bu vakaların çoğu hasta olduklarının farkına varmadan hastalığı sevdiklerine ve ilişki kurdukları diğer insanlara bulaştırabileceklerdi. “Takip” sayesinde virüs Küba’da diğer ülkelerdeki gibi “serbestçe” yayılamadı ve kısa sürede kontrol altına alınabildi.  

 

Diğer yandan Küba kural olarak ölen bir vakada eğer COVID 19’a eşlik eden bir hastalık (örneğin kanser, kronik böbrek hastalığı vb) varsa, ölüm nedenini COVID 19 olarak bildirirken, birçok ülkede özellikle evlerde meydana gelen ölümlerde büyük kayıt hataları yapıldı.  

 

Küba’nın başarısında bunların yanında etkili “test” politikası da önemli rol oynadı. Dünya Sağlık Örgütü’nün “test – test – test” çağrısına uyan Küba, test oranında binde 14 gibi vaka bulmakta oldukça iyi kabul edilen bir düzeye erişerek, vakaların büyük kısmını “erken” saptayabildi.

 

Yine daha önceki bir yazımızda Küba’nın sürveyans çalışmaları için tıp fakültesi öğrencilerini nasıl seferber edip, kapı – kapı dolaşarak solunum sistemi belirtileri gösterenleri tespit etmeye çalıştığını aktarmıştık. Bu kuşkusuz zaten sürveyans çalışmalarını salgın yokken de rutin çalışmalarının omurgası haline getirmiş olan birinci basamak sistemi sayesinde başarıldı.

 

Yeri gelmişken, bu hafta Türkiye’de birinci basamağın durumuna değinen bir rapor yayınlayan Cumhuriyet Halk Partisi’nin “Aile Hekimleri Raporu”, ülkemizde toplam 24.082 aile hekimi olduğunu yani 3.405 kişiye bir aile hekimi düştüğünü ifade ediyordu. Bu rakamlar Küba’nın rakamlarıyla kıyaslandığında, Türkiye’deki birinci basamağın, Küba’nın “yedide biri” kadar olduğu görülüyor. Diğer bir deyişle Türkiye’de mevcut aile hekimliği sistemiyle Küba’daki gibi bir sürveyans yapılabilmesinin mümkün olmadığını, aile hekimliği sistemine en az 144 bin 500 aile hekimi daha görevlendirilmesi gerektiğini anlıyoruz.

 

Dahası Küba’da aile hekimleri, 6 yıllık tıp eğitiminden sonra 4 yıl daha ihtisas yapmış konularında “uzman” hekimlerdir. Oysa Türkiye’deki aile hekimleri arasında “uzman hekim” sayısı yok denecek kadar azdır ve büyük çoğunluğu pratisyen hekimdir. Bu kadrodan, Kübalı aile hekimleriyle aynı performansı göstermelerini beklemek elbette haksızlık olur.  

 

Akif Akalın

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder