Artık salgının birinci yılının sonuna yaklaşıyoruz. Anımsanacağı gibi salgının ilk aylarında yaptığımız söyleşilerde COVID 19 salgınının, 1918 – 1920 yılları arasında görülen İspanyol Gribi ile birçok benzerlikler gösterdiğini ve gerekli tedbirler alınmazsa COVID 19 salgınının da dalgalar halinde devam edebileceğini söylemiştik. Maalesef yetkililer salgınla mücadeleyi gerektiği gibi bilimsel esaslara dayanarak yürütmedi ve şimdi hızla ikinci yıla ilerliyoruz. Bu süreçte çok başarılı bir sınav veren Küba, bugünlerde salgın sürecini yeniden değerlendiriyor ve dersler çıkartmaya çalışıyor.
Küba’da ilk vakanın doğrulandığı 11 Mart’tan, Temmuz ayına kadar geçen 110 gün içinde 1.174’ü erkek ve 1.166’sı kadın toplam 2.340 vaka kaydedildi (binde 0,2) ve bunlardan 52’si erkek, 34’ü kadın toplam 86’sı yaşamını yitirdi (vaka-ölüm hızı yüzde 3,67).
Önceki yazılarımızda salgının Küba’ya
İtalyan turistlerle nasıl taşındığının öyküsünü detaylı olarak aktarmıştık.
Küba’da tespit edilen 2.340 vakadan 162’si bu şekilde hastalığa yurtdışında
yakalanarak hastalığın kuluçka süresi içinde Küba’ya gelenlerden oluşuyordu. Ölenlerin
en genci 35 ve en yaşlısı 101 yaşındaydı (ortalama 73,6 yıl). Ölenlerin yüzde
70 kadarında aynı zamanda kronik sağlık sorunları vardı.
Küba’da salgına “etkin” müdahale
sayesinde 25 vaka ile zirve yapılan beşinci haftadan sonra vaka sayıları hızla
azaldı ve Temmuz’da ortalama 1’e düştü. Ro değeri beşinci haftadan sonra 1’in
üzerine çıkmadı. Burada en büyük rol, ilk vakanın görüldüğü 11 Mart’tan sadece
13 gün sonra Küba’da karantina tedbirleri alınarak fiziksel mesafe koşullarının
yaratılmasıdır. Bu tedbirler virüsün toplum içinde yayılmasının durdurulmasında
çok etkili olmuştur.
Küba’da salgınla mücadelenin
sadece Sağlık Bakanlığı tarafından yürütülmediğini, salgına ilk günden itibaren
çok-sektörlü bir yaklaşımla müdahale edildiğini belirtmek gerekir. Sivil
Savunma başta olmak üzere devletin diğer birimleri salgın mücadelesinde etkin
rol alırken, başta Devrimi Savunma Komiteleri ve Küba Kadınlar Federasyonu
olmak üzere sivil toplum örgütleri ve sendikalar mücadeleye “aktif”
katılmışlardır. Türkiye’de Sağlık Bakanlığı’nın sağlık meslek örgütlerini,
sendikaları hatta yandaş profesörler dışında üniversiteleri nasıl salgınla mücadelenin dışında tutma
çabası içinde olduğu unutulmamalıdır. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için İlker Belek'in aşağıdaki yazısı tavsiye edilir:
https://drilkerbelek.blogspot.com/2020/11/kubada-afetlerlemucadele-oncu-guc.html
Küba’nın salgına “etkin” müdahalesi,
testleri pozitif çıkanların, bunların temas ettiği insanların ve şüphelilerin “aktif”
olarak, yani bunların Türkiye’de olduğu gibi hastalanarak hastaneye gelmelerini
beklemeksizin, “kapı – kapı” dolaşılıp taranarak bulunması stratejisine
dayanıyor. Vakalar Türkiye’deki gibi klinik belirti ve bulguları olup
olmadığına bakılmaksızın sağlık kurumlarında veya bu amaçla kurulan merkezlerde
“izole ediliyor”. Fakat burada çok önemli bir Küba farkı var. Sadece “hastalar”
değil, “temaslılar” da, aynı hastalar gibi hastalığın kuluçka süresi (14 gün)
boyunca sağlık kurumlarında izole edildiler.
Oysa bu süreçte Çanakkale'de Dardanel fabrikasında işçiler, İl Hıtzıssıhha Kurulu kararı marifetiyle "kapalı sistem" çalışma adı altında "fabrikada" izole edilmişlerdi. Aralarında Çanakkale Tabip Odası temsilcisinin de bulunduğu doktorlar, Umumi Hıfzıssıhha Kanunu'nu çiğneyerek hasta işçileri iki hafta fabrikaya kapatarak çalıştırdılar. Daha sonra bu uygulama Türkiye'nin başka şehirlerindeki fabrikalara örnek oldu.
Günahını almayalım, sadece Türkiye
değil, insan hayatının sermaye birikiminin gereksinimleri karşısında bir
değerinin bulunmadığı, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyinin düşük
olduğu diğer kapitalist ülkelerde de, vakalar Küba’daki gibi "sağlık
kurumlarında" izole edilmedi, bunun yerine hastalardan “kendi kendilerini izole
etmeleri” istendi. Yeterli temaslı ve şüpheli takibi yapılamadı, özellikle
asepmptomatik (belirti göstermeyen) hastalar toplum içinde hastalığı yaymaya
devam ettiler.
“Etkin” müdahalenin en önemli ayağı
olan “takip” sayesinde doğrulanmış vakaların yüzde 88,4’ünün daha önce
doğrulanmış olan vakalarla teması ortaya kondu. Bunların yüzde 54’ü
presemptomatik veya asemptomatik vakalardı. Eğer Türkiye ve diğer birçok ülkede
olduğu gibi yeterli takip yapılmasaydı bu vakaların çoğu hasta olduklarının
farkına varmadan hastalığı sevdiklerine ve ilişki kurdukları diğer insanlara
bulaştırabileceklerdi. “Takip” sayesinde virüs Küba’da diğer ülkelerdeki gibi “serbestçe”
yayılamadı ve kısa sürede kontrol altına alınabildi.
Diğer yandan Küba kural olarak ölen
bir vakada eğer COVID 19’a eşlik eden bir hastalık (örneğin kanser, kronik
böbrek hastalığı vb) varsa, ölüm nedenini COVID 19 olarak bildirirken, birçok
ülkede özellikle evlerde meydana gelen ölümlerde büyük kayıt hataları yapıldı.
Küba’nın başarısında bunların yanında
etkili “test” politikası da önemli rol oynadı. Dünya Sağlık Örgütü’nün “test –
test – test” çağrısına uyan Küba, test oranında binde 14 gibi vaka bulmakta
oldukça iyi kabul edilen bir düzeye erişerek, vakaların büyük kısmını “erken”
saptayabildi.
Yine daha önceki bir yazımızda Küba’nın
sürveyans çalışmaları için tıp fakültesi öğrencilerini nasıl seferber edip,
kapı – kapı dolaşarak solunum sistemi belirtileri gösterenleri tespit etmeye
çalıştığını aktarmıştık. Bu kuşkusuz zaten sürveyans çalışmalarını salgın
yokken de rutin çalışmalarının omurgası haline getirmiş olan birinci basamak
sistemi sayesinde başarıldı.
Yeri gelmişken, bu hafta Türkiye’de
birinci basamağın durumuna değinen bir rapor yayınlayan Cumhuriyet Halk Partisi’nin
“Aile Hekimleri Raporu”, ülkemizde toplam 24.082 aile hekimi olduğunu yani
3.405 kişiye bir aile hekimi düştüğünü ifade ediyordu. Bu rakamlar Küba’nın
rakamlarıyla kıyaslandığında, Türkiye’deki birinci basamağın, Küba’nın “yedide
biri” kadar olduğu görülüyor. Diğer bir deyişle Türkiye’de mevcut aile
hekimliği sistemiyle Küba’daki gibi bir sürveyans yapılabilmesinin mümkün olmadığını,
aile hekimliği sistemine en az 144 bin 500 aile hekimi daha görevlendirilmesi
gerektiğini anlıyoruz.
Dahası Küba’da aile hekimleri, 6
yıllık tıp eğitiminden sonra 4 yıl daha ihtisas yapmış konularında “uzman”
hekimlerdir. Oysa Türkiye’deki aile hekimleri arasında “uzman hekim” sayısı yok
denecek kadar azdır ve büyük çoğunluğu pratisyen hekimdir. Bu kadrodan, Kübalı
aile hekimleriyle aynı performansı göstermelerini beklemek elbette haksızlık
olur.
Akif Akalın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder