Türkiye’de işçi cinayetleri
kayıtlarını tutan İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi, 2020 yılında “en
az” 2.427 işçinin yaşamını yitirdiğini açıkladı.
Ülkemizde sadece “iş kazaları” nedeniyle
gerçekleşen ölümler tespit edilebiliyor. “Meslek hastalıkları” nedeniyle her
yıl kaç işçimizi yitirdiğimizi bilmiyoruz. Fakat Uluslararası Çalışma Örgütü, “kural
olarak” iş kazasına bağlı her ölüm için, meslek hastalığı nedeniyle 5 – 6 ölüm
meydana geldiğini bildiriyor.
O halde 2020 yılında kabaca en az 12.135 – 14.562 işçimizi de meslek hastalıkları nedeniyle yitirdiğimizi söyleyebiliriz.
İŞÇİ CİNAYETLERİNDE AVRUPA ŞAMPİYONUYUZ
Türkiye işçi cinayetlerinde dünyada “ilk
üç” içinde ve Avrupa
şampiyonu. Her yıl sıralamada birçok ülkenin yeri aşağı veya yukarıya doğru değişirken,
Türkiye’nin yeri çok uzun yıllardır “sabit”.
Zaten Avrupa’da diğer ülkelerin işçi
cinayetlerinde Türkiye’ye yetişebilmesi “olanaksız” görünüyor. 27 Avrupa
ülkesinde iş kazaları nedeniyle yılda 3 bin kadar işçi cinayeti görülüyor.
Diğer bir deyişle ancak 27 Avrupa ülkesi bir araya geldiğinde Türkiye’yi
geçebiliyorlar.
BU TABLO NEDEN DEĞİŞMİYOR?
Bu sorunun yanıtının TBMM
tutanaklarında çok açık ve anlaşılır bir dille ifade edildiğini görüyoruz. Tutanak
Dergisi’nin 22 Mayıs 2012 tarihli nüshasında yayınlanan “İş Sağlığı ve Güvenliği
Kanun Tasarısı” üzerine “Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Alt Komisyonu”
görüşmelerinde şu ifadeler yer alıyor:
“SAĞLIK BAKANLIĞI ÇALIŞAN SAĞLIĞI
DAİRE BAŞKANI DR. ÖMER HINÇ YILMAZ: İş yerlerinde koruyucu hizmetlerin öncelenmediğini görüyoruz yani reçete yazan ve
poliklinik hizmetlerine öncelik veren bir iş yeri hekimliği hizmeti modeli var
ülkemizde.
BAŞKAN: Şunu mu demek istiyorsunuz:
Ben de gidiyorum, ben Tuzla’da oturuyorum ve o tersanelerin çoğunu dolaşıyorum.
Orada bir iş yeri hekimi var, orada çalışanlar geliyor, reçete yazdırıyor,
çocukları reçete yazdırıyor, akrabaları reçete yazdırıyor. Bunu mu demek
istiyorsunuz? Pratik hayatta olan, bunu mu demek istiyorsunuz?
YILMAZ: Evet. İş yerindeki potansiyel
risklerle mücadele etmesi gereken bir iş yeri hekimi maalesef sistem bu yöne
itmiş yani gürültüyle, tozla, kimyasalla mücadele etmesi gereken yerde
poliklinik hizmeti vererek, reçete yazan bir iş yeri hekimliği modelimiz var”.
“KORUYUCU HİZMETLERİN ÖNCELENMEDİĞİNİ GÖRÜYORUZ” NE DEMEK?
Daire Başkanı açıkça, işyeri
hekimleri işyerlerinde iş kazaları ve meslek hastalıkları olmasın diye gerekli
“tedbirleri” alacağı yerde, sadece hasta bakıyor diyor. Fakat “asıl” sorun tam
da burada ortaya çıkıyor. Çünkü Türkiye’de bu cümleyi okuyan birçok insan,
Daire Başkanı’nın ne anlatmaya çalıştığını asla anlayamayacaktır.
Bu cümleyi okuyan insanların çoğu,
“işyeri hekimi elbette sadece hasta bakacak, başka ne yapabilir ki” diye
düşüneceklerdir. Çünkü “sağlık kültürümüz” maalesef böyle şekillendirilmiş
durumda. Doktor dendiğinde, sağlık dendiğinde aklımıza “hastalığımızın tedavi
edilmesinden” başka hiçbir şey gelmiyor.
Daire Başkanı işyeri hekiminin “gürültüyle, tozla, kimyasalla mücadele
etmesi” gerektiğini söylüyor, ama biz Türkiye’de hekimin bu işlerle uğraşmasını
istemiyoruz ki… Biz hekimin sadece “hasta bakmasını” istiyoruz, hekim de hasta
bakıyor.
Oysa Hekim işyerinde iş kazalarını ve
meslek hastalıklarını “hasta bakarak” önleyemez. Daire Başkanı’nın dediği gibi
“koruyucu hizmetler” sunması gerekiyor.
GERÇEKTEN KAZALAR VE HASTALIKLAR ÖNLENEBİLİR Mİ?
Bu “felsefi” soru işçi sağlığı ve iş
güvenliği alanının en önemli sorusudur. Gerçekten bir işyerinde iş kazaları ve
meslek hastalıkları önlenebilir mi?
Açıkçası bilim, eğer gerekli
tedbirler alınırsa, meslek hastalıkları “yüzde yüz” önlenebilir diyor. Fakat bilimin bunu söylemesi yeterli değil,
işçilerin bunun “bilincine” varmaları gerekiyor.
İşçi bunun bilincine varmalı ki,
işyeri hekiminden hastalandığında kendisini tedavi etmesini değil,
hastalanmaması için gerekli tedbirleri almasını talep etsin.
Elbette sendikaların ve emeğin en
yüce değer olduğunu söyleyen siyasi partilerin de bu bilince ulaşmaları ve
işçiler adına işyerlerinde koruyucu tedbirler alınmasını talep etmeleri lazım.
HANGİ DERDİMİZE YANALIM?
Tutanakları okumaya devam ettikçe
gerçek daha da korkunçlaşıyor:
“YILMAZ: Bu meslek hastalığı tanısı
koyma yetkisi sadece Sosyal Güvenlik Kurumunda Meslek Hastalıkları Maluliyet
Kurulunda, biz sadece dosya hazırlamakla mükellefiz.
BAŞKAN: Siz hekimsiniz. Siz de mi (tanı)
koyamıyorsunuz?
YILMAZ: Hayır efendim.
BAŞKAN: Yani bu işin başındaki kişi
olarak siz de mi koyamıyorsunuz?
YILMAZ: Hayır efendim”.
Başkan’ın soru sorduğu Daire Başkanı
Yılmaz, aynı zamanda Ankara Meslek Hastalıkları Hastanesi “başhekimi”. Tutanaklardan
Türkiye Cumhuriyeti’nin, değil işyeri hekimine veya herhangi bir devlet
hastanesi, üniversite hastanesi hekimine, bir Meslek Hastalıkları Hastanesi
“başhekimine” dahi meslek hastalığı teşhisi koyma yetkisi vermediğini
öğreniyoruz.
GENELGE HEKİMLİĞİN ÖNÜNE Mİ GEÇİYOR?
Tutanaklara devam edelim. Başkan
kulaklarına inanamıyor ve yine soruyor:
“BAŞKAN: Siz bu işin başındaki bir
kişi olarak, size biri geldiğinde bu meslek hastalığına sahiptir, bunda meslek
hastalığı vardır diyemiyor musunuz bir doktor olarak?
YILMAZ: Diyemeyiz efendim. (2011/49)
sayılı Sosyal Güvenlik Kurumu genelgesiyle bu engellenmiştir.
BAŞKAN: Yani genelge hekimlik
bilginizin önüne mi geçiyor?
YILMAZ: Evet efendim”.
Fuzuli tarihin derinliklerinden sesleniyor:
“dost bî-pervâ felek bî-rahm ü devran
bî-sükûn
derd çoh hem-derd yoh düsmen kavî
tâli' zebun”
Yani, dost (sendikalar, siyasi
partiler, emek örgütleri) ilgisiz, felek (meslek hastalıkları) merhametsiz,
dünya sükûnetsiz... dert çok, dert ortağı yok, düşman güçlü, talih zayıf.
Bu devran böyle gittikçe Türkiye işçi
cinayetlerinde her zaman dünyada ilk üç içinde, Avrupa’da şampiyon…
Akif Akalın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder