Translate

16 Ocak 2021 Cumartesi

Türkiye işçi cinayetlerini durdurabilir mi?


Türkiye’de işçi cinayetleri kayıtlarını tutan İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi, 2020 yılında “en az” 2.427 işçinin yaşamını yitirdiğini açıkladı.

 

Ülkemizde sadece “iş kazaları” nedeniyle gerçekleşen ölümler tespit edilebiliyor. “Meslek hastalıkları” nedeniyle her yıl kaç işçimizi yitirdiğimizi bilmiyoruz. Fakat Uluslararası Çalışma Örgütü, “kural olarak” iş kazasına bağlı her ölüm için, meslek hastalığı nedeniyle 5 – 6 ölüm meydana geldiğini bildiriyor.

 

O halde 2020 yılında kabaca en az 12.135 – 14.562 işçimizi de meslek hastalıkları nedeniyle yitirdiğimizi söyleyebiliriz.

 

İŞÇİ CİNAYETLERİNDE AVRUPA ŞAMPİYONUYUZ

 

Türkiye işçi cinayetlerinde dünyada “ilk üç” içinde ve Avrupa şampiyonu. Her yıl sıralamada birçok ülkenin yeri aşağı veya yukarıya doğru değişirken, Türkiye’nin yeri çok uzun yıllardır “sabit”.

 

Zaten Avrupa’da diğer ülkelerin işçi cinayetlerinde Türkiye’ye yetişebilmesi “olanaksız” görünüyor. 27 Avrupa ülkesinde iş kazaları nedeniyle yılda 3 bin kadar işçi cinayeti görülüyor. Diğer bir deyişle ancak 27 Avrupa ülkesi bir araya geldiğinde Türkiye’yi geçebiliyorlar.

 

BU TABLO NEDEN DEĞİŞMİYOR?

 

Bu sorunun yanıtının TBMM tutanaklarında çok açık ve anlaşılır bir dille ifade edildiğini görüyoruz. Tutanak Dergisi’nin 22 Mayıs 2012 tarihli nüshasında yayınlanan “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanun Tasarısı” üzerine “Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Alt Komisyonu” görüşmelerinde şu ifadeler yer alıyor:

 

“SAĞLIK BAKANLIĞI ÇALIŞAN SAĞLIĞI DAİRE BAŞKANI DR. ÖMER HINÇ YILMAZ: İş yerlerinde koruyucu hizmetlerin öncelenmediğini görüyoruz yani reçete yazan ve poliklinik hizmetlerine öncelik veren bir iş yeri hekimliği hizmeti modeli var ülkemizde.

BAŞKAN: Şunu mu demek istiyorsunuz: Ben de gidiyorum, ben Tuzla’da oturuyorum ve o tersanelerin çoğunu dolaşıyorum. Orada bir iş yeri hekimi var, orada çalışanlar geliyor, reçete yazdırıyor, çocukları reçete yazdırıyor, akrabaları reçete yazdırıyor. Bunu mu demek istiyorsunuz? Pratik hayatta olan, bunu mu demek istiyorsunuz?

YILMAZ: Evet. İş yerindeki potansiyel risklerle mücadele etmesi gereken bir iş yeri hekimi maalesef sistem bu yöne itmiş yani gürültüyle, tozla, kimyasalla mücadele etmesi gereken yerde poliklinik hizmeti vererek, reçete yazan bir iş yeri hekimliği modelimiz var”.

 

“KORUYUCU HİZMETLERİN ÖNCELENMEDİĞİNİ GÖRÜYORUZ” NE DEMEK?

 

Daire Başkanı açıkça, işyeri hekimleri işyerlerinde iş kazaları ve meslek hastalıkları olmasın diye gerekli “tedbirleri” alacağı yerde, sadece hasta bakıyor diyor. Fakat “asıl” sorun tam da burada ortaya çıkıyor. Çünkü Türkiye’de bu cümleyi okuyan birçok insan, Daire Başkanı’nın ne anlatmaya çalıştığını asla anlayamayacaktır.

 

Bu cümleyi okuyan insanların çoğu, “işyeri hekimi elbette sadece hasta bakacak, başka ne yapabilir ki” diye düşüneceklerdir. Çünkü “sağlık kültürümüz” maalesef böyle şekillendirilmiş durumda. Doktor dendiğinde, sağlık dendiğinde aklımıza “hastalığımızın tedavi edilmesinden” başka hiçbir şey gelmiyor.

 

Daire Başkanı işyeri hekiminin  “gürültüyle, tozla, kimyasalla mücadele etmesi” gerektiğini söylüyor, ama biz Türkiye’de hekimin bu işlerle uğraşmasını istemiyoruz ki… Biz hekimin sadece “hasta bakmasını” istiyoruz, hekim de hasta bakıyor.

 

Oysa Hekim işyerinde iş kazalarını ve meslek hastalıklarını “hasta bakarak” önleyemez. Daire Başkanı’nın dediği gibi “koruyucu hizmetler” sunması gerekiyor.

 

GERÇEKTEN KAZALAR VE HASTALIKLAR ÖNLENEBİLİR Mİ?

 

Bu “felsefi” soru işçi sağlığı ve iş güvenliği alanının en önemli sorusudur. Gerçekten bir işyerinde iş kazaları ve meslek hastalıkları önlenebilir mi?

 

Açıkçası bilim, eğer gerekli tedbirler alınırsa, meslek hastalıkları “yüzde yüz” önlenebilir diyor.  Fakat bilimin bunu söylemesi yeterli değil, işçilerin bunun “bilincine” varmaları gerekiyor.

 

İşçi bunun bilincine varmalı ki, işyeri hekiminden hastalandığında kendisini tedavi etmesini değil, hastalanmaması için gerekli tedbirleri almasını talep etsin.

 

Elbette sendikaların ve emeğin en yüce değer olduğunu söyleyen siyasi partilerin de bu bilince ulaşmaları ve işçiler adına işyerlerinde koruyucu tedbirler alınmasını talep etmeleri lazım.

 

HANGİ DERDİMİZE YANALIM?

 

Tutanakları okumaya devam ettikçe gerçek daha da korkunçlaşıyor:

 

“YILMAZ: Bu meslek hastalığı tanısı koyma yetkisi sadece Sosyal Güvenlik Kurumunda Meslek Hastalıkları Maluliyet Kurulunda, biz sadece dosya hazırlamakla mükellefiz.

BAŞKAN: Siz hekimsiniz. Siz de mi (tanı) koyamıyorsunuz?

YILMAZ: Hayır efendim.

BAŞKAN: Yani bu işin başındaki kişi olarak siz de mi koyamıyorsunuz?

YILMAZ: Hayır efendim”.

 

Başkan’ın soru sorduğu Daire Başkanı Yılmaz, aynı zamanda Ankara Meslek Hastalıkları Hastanesi “başhekimi”. Tutanaklardan Türkiye Cumhuriyeti’nin, değil işyeri hekimine veya herhangi bir devlet hastanesi, üniversite hastanesi hekimine, bir Meslek Hastalıkları Hastanesi “başhekimine” dahi meslek hastalığı teşhisi koyma yetkisi vermediğini öğreniyoruz.

 

GENELGE HEKİMLİĞİN ÖNÜNE Mİ GEÇİYOR?

 

Tutanaklara devam edelim. Başkan kulaklarına inanamıyor ve yine soruyor:

 

“BAŞKAN: Siz bu işin başındaki bir kişi olarak, size biri geldiğinde bu meslek hastalığına sahiptir, bunda meslek hastalığı vardır diyemiyor musunuz bir doktor olarak?

YILMAZ: Diyemeyiz efendim. (2011/49) sayılı Sosyal Güvenlik Kurumu genelgesiyle bu engellenmiştir.

BAŞKAN: Yani genelge hekimlik bilginizin önüne mi geçiyor?

YILMAZ: Evet efendim”.

 

Fuzuli tarihin derinliklerinden sesleniyor:

 

“dost bî-pervâ felek bî-rahm ü devran bî-sükûn

derd çoh hem-derd yoh düsmen kavî tâli' zebun”

 

Yani, dost (sendikalar, siyasi partiler, emek örgütleri) ilgisiz, felek (meslek hastalıkları) merhametsiz, dünya sükûnetsiz... dert çok, dert ortağı yok, düşman güçlü, talih zayıf.

 

Bu devran böyle gittikçe Türkiye işçi cinayetlerinde her zaman dünyada ilk üç içinde, Avrupa’da şampiyon…


Akif Akalın

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder