Türkiye'nin ezelden beri çözemediği ve 21. yüzyılın ilk çeyreğini tamamlamak üzere olduğumuz günlerde hala manşetlere çıkmaya devam eden “gıda güvenliliği” sorunu, sermaye medyasının dahi görmezden gelemeyeceği boyutlardadır.
Kocaeli – Körfez'de 648 kişinin yedikleri tavuk döner nedeniyle hastanelik olmaları, sözcüğün tam anlamıyla bir skandaldır. Hürriyet gazetesinden Fulya Soybaş da rezaleti görmezden gelememiş ve köşesinde “Önce kumpir şimdi tavuk... Neden sürekli zehirleniyoruz” başlıklı bir yazı kaleme almış.
Soybaş'ın yazısı liberal ideolojinin gıda güvenliliği karşısında düştüğü aczin, çaresizliğin bir ifadesi. Soybaş son yıllarda medyaya yansıyan gıda zehirlenmesi skandallarını sıraladıktan sonra soruyor: “... isimler, şehirler değişiyor ancak yaşananlar pek de değişmiyor. Yediğimiz yemekten hastalanmak ya da ölmek kaderimiz mi peki? Nerede yanlış yapıyoruz”?
NEDEN ZEHİRLENİYORUZ?
Soybaş bir gıda mühendisinden, gıda zehirlenmelerinin en sık nedeni olan Salmonella bakterisinin insanları nasıl zehirlediğini aktarıyor. Mekanizma tek sözcükle özetlenebilir: “pislik”.
Gıda mühendisi “dışkıda” bulunan Salmonella bakterisinin gıdalara bulaştığını ve gıdalar gerektiği gibi yıkanmaz, pişirilmez veya saklanmazsa, insanlara bulaşıp zehirleyebileceğini anlatıyor. Belki biraz vulgar bir ifade olacak fakat herkesin anlayabileceği dille söylemek gerekirse “b.k” yediğimiz için zehirleniyoruz.
Gıda mühendisi daha sonra insanların b.k yiyerek zehirlenmelerinin nedeninin, mutfaklarda hijyen kurallarına uyulmaması olduğunu söylemiş. Hijyen kurallarına uymanın işletmenin sorumluluğu olduğunu “ancak kazanç uğruna bazı işletmeler[in] bu sorumluluğu göz ardı et[ttiklerini] belirtmiş. Burada “kazanç uğruna” ifadesinin altını çizmek, meselenin özünü ve Türkiye'nin bu “ezeli” sorunu neden çözemediğini anlamak için çok önemli.
KİM(LER) ZEHİRLENİYOR?
Bugüne kadar hiç Türkiye'nin dolar milyarderlerinden birinin yediği tavuk dönerden zehirlenip, hastaneye kaldırıldığını duydunuz mu? Hayır. Çünkü tavuk döner, gıda mühendisinin de Soybaş'a anlattığı gibi “dar gelirlinin sokakta yiyebileceği ürünlerin başında” geliyor. Mühendis bazı işletmecilerin “maliyetlerini daha da düşürmek” için birçok sağlıksız yönteme başvurduğunu ve bunların da insan sağlığını tehlikeye attığını söylüyor.
Yazar ile gıda zehirlenmelerinin nedeni ve toplum içinde en çok hangi kesimleri etkilediği konularında hemfikiriz, fakat sıra “çözüm” önerilerine gelince yollarımız ayrılıyor. Aslında yazı meseleyi anlatırken “bazı” işletmeler – işletmeciler nitelemesiyle sorunu sınırlamaya özen göstermiş ve daha sonra önereceği “liberal çözüme” giden yolun taşlarını döşemişti.
KARAKOLDA DOĞRUYU SÖYLER, MAHKEMEDE ŞAŞAR
Yazının “ilk” bölümünde sorun çok açık bir şekilde işletmelerin “kazanç” uğruna, “maliyetleri düşürmek” için uymaları gereken hijyen kurallarına uymamaları olduğu ifade ediliyor. Her ne kadar sorun “bazı” sözcüğüyle işletmelerin bir bölümüyle sınırlandırılmaya çalışılsa da meselenin özü değişmiyor: “kâr güdüsü”.
Ancak gıda mühendisinin soruna çok büyük bir başarıyla doğru teşhis koymasına rağmen, sıra “tedaviye” geldiğinde, kendi koyduğu teşhisi unuttuğunu görüyoruz. Yazının “İşte Maliyetleri Düşürmek İçin Yapılan Bazı Hileler” bölümünde, işletmecilerin “kâr güdüsüyle” hayvanın bağ dokularını, kemikten sıyrılmış etlerini, derisini soslayarak “hacmi arttırmak için” dönerin arasına koyduğunu; tarihi geçmiş, ne idüğü belirsiz, “ıskarta” ürünleri mutfaklarına soktuğunu vs. anlatan gıda mühendisi, daha sonra çözüm olarak işletmeciler “bunları yapmasın” diyor.
Evet, işletmeciler bunları yapmasınlar fakat bunları “niye” yapıyorlar ki? “Kâr güdüsüyle”. Peki, işletmecilerin “kâr güdüsüne” hitap etmeden, kârlarını arttırmak için sergiledikleri pratikleri “yapmasınlar” demek soruna çözüm olabilir mi?
Benzer şekilde Soybaş'ın görüştüğü bir profesör de, gıda mühendisi gibi sıra “çözüme” geldiğinde topu taça atarak, “gıda okur-yazarlığımız olmadığı sürece her işletmenin başına bir jandarma diksen ne fayda” diyor. Fakat birkaç paragraf aşağı indiğinizde, profesörümüzün de kendi kendisini yalanladığını görüyorsunuz.
Önce gıda güvenliliğini sağlamak için gereken koşulları sıralayan profesör, daha sonra kendisini yalanlayan şu cümleleri kuruyor: “Ancak normalde prosedür bu olsa da işleyiş aksine 'mış' gibidir! İşletmelerde sertifikalar 'zorunlu' olarak duvarda asılıdır. Ama bu saydıklarımı bir davranış haline dönüştüren yok! Sorun tam da buradadır işte. Para kazanma hırsı ile temel kurallar kulak arkası edilirse...”.
Bakın profesör aynen gıda mühendisinin yaptığı gibi sorunun kaynağını (kendi ifadesiyle “para kazanma hırsı”) çok açık bir şekilde ifade ettiği halde, çözüm önerisinde gıda mühendisinin “kâr güdüsüne” hitap etmeyişi gibi, “para kazanma hırsına” hitap etmiyor. Evet, işletmelerde “duvarda kalan” prosedürlere uyulsa sorun çözülecek, fakat bu prosedürler “neden” duvarda kalıyor?
LİBERAL ZEHİRLENME: MAĞDURU SUÇLAMA
Yiğidi öldür ama hakkını ver demişler. Gıda mühendisimiz “tüketici açısından bir ürünün gözle bakarak ya da koklayarak bozulup bozulmadığını anlamak mümkün değildir” diyerek “mağduru suçlama” yolunu seçmiyor ve çözüm önerilerinde tüketicileri işin içine katmıyor. Profesörümüz ise liberal ideolojinin klasikleşmiş “mağduru suçlama” formülüne sarılarak, “tüketici ekonomik anlamda zorlansa da ne tükettiğini bilecek, uyanık olacak” diyor.
Birkaç paragraf önce “her işletmenin başına bir jandarma diksen ne fayda” dediğini unutan profesörümüz, çözüm önerilerinde yine “jandarmaya” sığınarak, “otorite standartları belirleyecek, etkin şekilde denetleyecek” diyor, fakat bu noktada topu yine vatandaşa atıyor: “bu denetimi vatandaşın da görmesi, bilmesini sağlayacak”.
İşte bu ifadelerine bakarak biz de profesörümüzün hastalığına teşhis koyabiliriz: “liberal zehirlenme”.
Profesörümüz liberal ideolojiyle öylesine zehirlenmiş ki, ifadelerindeki tutarsızlıkları göremiyor. Yahu, standartları koyan otorite, işletmeyi etkin bir şekilde denetleyip standartlara uyulmadığını tespit ettiyse neden kendisi işletmeyi kapatmıyor da, vatandaşa şikayet ediyor?
Liberal zehirlenmeden mustarip profesörümüz son olarak çözümü “ahlakta” arayarak, diğer bir deyişle çözümü “tanrıya havale ederek” işletmeci “dürüst olacak” diyor. El hak! Zaten işletmeciler dürüst olsalar (içlerinde tanrı korkusu olsa!) devlete de gerek kalmaz, dünya cennet, hayat bayram olurdu, değil mi?
PEKİ, ÇÖZÜM NE?
Kesin çözüm sorunun kaynağını, yani hem gıda mühendisinin, hem de profesörün belirtmekten kaçınamadığı “kâr güdüsünü” ortadan kaldırmaktır. Çünkü bütün kötülüklerin anası “kâr güdüsüdür”.
Ortada “kâr güdüsü” olmasa işletmeci neden “maliyeti düşürmek için” gıda güvenliliği standartlarına uymayıp, binbir hileye başvursun ki?
Bu konuda daha önce yayınlanmış olan yazılarımız:
Gıda güvenliliği sağlanamamasının nedeni emeğin örgütsüzlüğüdür
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder