Kitap Bölümü: İlaca Toplumcu Yaklaşım
Eczacılık Bu Değil: İlaç Hastaya “İlaç” mı? İçinde.
Editör: Yakup Ercan
İthaki Yayınları, 2016
İLACA TOPLUMCU YAKLAŞIM
Tıpta ve sağlık alanında geçtiğimiz
30 yıl içinde sözcüğün tam anlamıyla “akıl almaz” değişimler yaşandı.
Sağlıkçılar veya sağlık hizmetlerinden yararlanan insanlar olarak hepimiz bu
değişimlerden etkilendik. Ancak süreç 30 yıl gibi göreli geniş bir zamana
yayıldığından ve yine sözcüğün tam anlamıyla “adım adım” gerçekleştiğinden,
ısınan sudaki kurbağa gibi bu alandaki gelişmelere gereken tepkileri veremedik.
Aramızdan biri 30 yıl önce uyutulmuş
olsaydı ve bugün uyandırılsaydı, bizim çoktan alıştığımız birçok şey karşısında
dehşete düşerdi. Örneğin rahatsızlığı nedeniyle bir hekime başvuran “hastaya”,
30 yıl önce “müşteri” gözüyle bakılacak olsaydı, gerçekten çok yadırganırdı.
Oysa bugün hastaların “müşteri” oldukları Yargıtay kararı ile tescillendi.
Hekimler tarihin hiçbir döneminde
hastalarını “müşteri” olarak tanımlamadılar ve onları her zaman tıbbi bilgi ve
becerileriyle sağlık sorunlarını çözmekte yardımcı olacakları insanlar olarak
gördüler. Neredeyse aldığımız soluğu dahi alınır – satılır bir mal haline
getiren kapitalizm dahi, çok uzun yıllar sağlığı metalaştırmayı başaramadı.
Sağlık hakkının gerçek savunucuları işçiler ve emekçiler sosyalizmden
uzaklaşana, sosyalist ülkeler çözülene kadar...
1990’larda sağlığı savunacak toplumsal
güçlerin geriletilmesi veya geri çekilmesiyle birlikte sağlık, Dünya Bankası
uzmanlarının ve neoliberal ideolojinin uygulayıcılarının eline kaldı. Sağlık
alanını sermayenin sınırsız sömürüsüne açmak yönündeki çabalar arttırıldı ve
sağlık hizmetleri bir yandan özelleştirilirken, bir yandan piyasalaştırıldı.
Zaman zaman sağlığın piyasa kurallarına terk edilmesinin gelecekte telafisi
mümkün olmayan sonuçlara neden olacağı yönünde gelen itirazlara rağmen
“Sağlıkta Dönüşüm Programları” hükumetlerin önde gelen öncelikleri arasına
girdi.
Bugün Türkiye bu sürecin son derece
kritik bir aşamasına ulaşmış bulunuyor: hastaların müşterileştirilmesi. Yargıtay 13. Hukuk Dairesi’nin 2014/30305 E.,
2014/35473 K., T: 13.11.2014 sayılı Kararı ile Türkiye’de hastaların “müşteri”
haline getirilmelerinin hukuksal dayanağını oluşturuldu. Artık Türkiye’de
hastalar resmen ve hukuken birer “müşteri” veya sağlık hizmeti “tüketicisi”
olarak tanımlanmaktadır:
“…6502 sayılı yasanın (Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun) 3. Maddesi doğrultusunda 28.05.2014 tarihinde yürürlüğe giren yasanın 3-L maddesinde vekalet akdinden kaynaklanan uyuşmazlıklarda tüketici yasasının uygulanması gerekmekte olup, bu nedenle vekalet ilişkisinden doğan uyuşmazlığında tüketici mahkemesinde görülmesi zorunludur”.
Yasalar hasta ile hekim arasındaki
ilişkiyi bir “vekalet” ilişkisi olarak tanımlamaktadır. Hasta, kendisini hiç
bilgisinin olmadığı bir alanda hekimine teslim eder. Bu noktadan itibaren
hastasının yararını gözetmek tamamen hekimin sorumluluğudur. Hastası için en
iyisine, en doğrusuna karar verecek olan hekimdir. Bu özünde bir “güven”
ilişkisidir. Bu güven hastanın hekimine duyduğu “kişisel” bir güvenin ötesinde,
“mesleğe” duyulan bir güvendir. Bunun da güvencesi deontoloji olarak
adlandırılan mesleki ahlak kuralları olup, hekimlerin meslek örgütleri
tarafından gözetilir. İşte Yargıtay verdiği kararla bu vekalet ilişkisinde
ortaya çıkabilecek anlaşmazlıkların çözümünde hastaları birer “tüketici” olarak
görüyor ve onları tüketici mahkemelerine yönlendiriyor.
Hasta müşteri olursa, ilaç ne olur?
Sağlığın piyasa mekanizmalarına terk
edilmesinin en somut sonuçları, tedavi hizmetlerinin en önemli unsurlarından
biri olan ilaç alanında kendisini gösterdi. İlaçta “gereksinime” dayalı
yaklaşım, yerini “pazara” dayalı bir yaklaşıma bıraktı.
Tarih boyunca ilaç üretiminin
belirleyicisi “gereksinim” olmuştur. Önce tıp bir sağlık sorunu tanımlamış,
daha sonra bu sorunun giderilmesine yardımcı olacak ilaçların arayışına
girilmiştir. Toplumun hangi ilaçlara gereksinimi olduğu hekimler,
epidemiyologlar, farmakologlar, halk sağlıkçılar gibi uzmanların ve hastaların
görüşleri alınarak bilimsel yöntemlerle belirlenmiş ve buna karşılık gelen bir
üretim yapılmıştır. Tarih, önce bir ilaç üretilip, daha sonra bu ilaç için hastalık
veya “pazar” aranmasına ilk kez geçtiğimiz 30 yılda tanık olmuştur.
Bugün ilaç şirketleri üretimlerini
planlarken “toplumun” değil, “şirketin” gereksinimlerini dikkate almaktadırlar.
Esas olarak toplumun “karşılanmamış” gereksinimlerinin karşılanması hedeflenmektedir.
Bu durum ilaç harcamalarının, sağlık hizmetlerine yapılan harcamaların beşte
birini oluşturacak kadar büyümesine yol açmıştır. İlaç harcamalarındaki bu
artış, birbirleriyle bağlantılı iki sürecin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır:
tıpsallaştırma (medicalisation) ve ilaca yöneltme (pharmaceuticalisation).
Tıpsallaştırma çok yönlü bir
kavramdır ve birçok yazar tarafından farklı yönleriyle ele alınmıştır. Zola
tıpsallaştırmayı bir toplumsal kontrol aracı olarak görürken, Foucault modern tıbbı
yaratan toplumsal dönüşümlerin sonucu olarak görmektedir. Conrad’ın
tıpsallaştırmaya yaklaşımı oldukça işlevsel olduğundan, en yaygın kabul gören
yaklaşımdır.
Conrad “Toplumun Tıpsallaştırılması”
başlıklı kitabında tıpsallaştırmayı, tıbbi olmayan sorunların genellikle tıbbi
sorunlar olarak tanımlanması ve ele alınması olarak tanımlamaktadır. Sorun
tıbbi bakımdan tanımlanmakta, tıbbi dil kullanılarak betimlenmekte, tıbbi bir
çerçeve içinde anlaşılmakta ve tıbbi müdahaleyle “tedavi” edilmektedir. Örneğin,
insan gelişiminin normal bir parçası olarak kabul edilen doğum, ergenlik,
yaşlılık, cinsellik, menopoz gibi birçok alan tıpsallaştırılmıştır.
Birçok yazarın “hastalık tacirliği”
olarak adlandırdığı bu tıpsallaştırma sürecinde ilaç şirketleri, insanları
hasta olduklarına ve tıbbi müdahaleye gereksinim duyduklarına ikna ederek
pazarlarını genişletmektedir. Tedavi pazarı bir yanda normal durumların
“hastalık” kapsamına sokulması, diğer yanda mevcut hastalıkların tanımlarının
genişletilerek örneğin yüksek kolesterol gibi risk etmenlerinin sanki
hastalıkmış gibi değerlendirilmesiyle genişletilmektedir.
Bireylerin tıpsallaştırma yoluyla
tedavi gereksinimleri olduğuna ikna edilmesinden sonra, tedavileri için ilaç
kullanmaya yönlendirilmelerine “ilaca yöneltme” denilmektedir. Williams ve
arkadaşları ilaca yöneltmeyi, insani koşulları, kapasiteleri ve potansiyelleri
farmakolojik müdahaleler için fırsatlara dönüştürmek olarak tanımlamaktadır.
İlaç şirketleri hastalıkların tedavi protokolleri ve devletin ödeme politikaları
üzerinde etkili olarak istedikleri ilaçların tedavi protokollerine girmesini ve
sosyal güvenlik kurumlarının bunu kabul etmesini sağlamaktadırlar. Aynı zamanda
ilaca talebi kamçılamak üzere “eğitim” adı altında hekimlere ve hastalara
yönelik “bilinçlendirme” kampanyaları düzenlemektedirler.
Normal olarak örneğin yüksek tansiyon
sorunu olmayan birinin ilaç şirketinin reklamına bakarak bir tansiyon ilacı
satın almayacağı veya bir hekimin yüksek tansiyon sorunu olmayan bir hastasına
bu ilaçları reçete etmeyeceği düşünülür. Oysa tıbbi bilgi zincirinin tıp
eğitiminden araştırmaların finansmanına, bilimsel yayınların basılmasından
tedavi protokolleri oluşturulmasına kadar bütün halkaları üzerinde etkili olan
ilaç şirketleri, hekimleri ilaçlarını yazmaları gerektiğine “bilimsel” bir
kisve altında ikna etmektedir.
Türkmen’e göre ilaç endüstrisinin
desteklediği bilimsel araştırma sonuçları, “kanıta dayalı tıp” uygulamasının veri
tabanını oluşturmakta; ilaç tedavisi gerektiren sınır değerler düşürülerek ilaca
bağımlı insan sayısı arttırılmakta; sağlıklı yaşam paranoyası yaratılarak kışkırtılan
hasta istekleri, performans kaygısıyla çalışmaya zorlanan hekimlerin tıbbi
kararlarını etkilemektedir.
Diğer yandan “tüketicilere doğrudan
reklam” döneminin başlamasıyla birlikte hissettikleri rahatsızlıklar için hangi
ilacı satın alabileceklerini internet üzerinden araştırmaya başlayan insan
sayısı artmış ve bu alanda da önemli bir pazar oluşmuştur.
Pazar nasıl genişletilir?
Birkaç yıl önce Amerika Birleşik
Devletleri’nde büyük tartışmalar yaratan bir kitap yayınlandı: “Overdiagnosed”.
Dilimize “Aşırı Teşhis” başlığıyla çevrilen bu kitapta Welch ve arkadaşları
çağdaş bir şarlatanlık olarak “aşırı teşhise” dikkat çekmektedirler. Yazarlara
göre hekimler geleneksel olarak, yalnızca hastalık belirtileri gösterenlere
tanı koyar ve tedavi ederken, yirminci yüzyılın sonlarına doğru büyük bir
paradigma değişimi yaşanmış ve henüz hastalık belirtileri göstermeyen insanları
da “tedavi” etmeye başlamışlardır.
Bu değişime yol açan gelişmenin öyküsü
oldukça ilginçtir: Tansiyonu yüksek hastalarda ölüm oranlarının daha yüksek
olduğunu hekimler değil, Amerikan sigorta şirketleri keşfetmiş ve tansiyonu
yüksek olan müşterilerine yaşam sigortası yapmamaya başlamışlardır. Bunun
üzerine tansiyonu yüksek olan fakat hiçbir yakınması veya hastalık belirtisi
olmayanların “tedavi” edilmesinin faydası olup olmadığı araştırılmıştır.
Araştırma sonucu yüksek tansiyon için “tedavi edilen” vakalarda, tedavi
edilmeyenlere göre daha sonraki yıllarda inme, kalp yetmezliği, kalp krizi gibi
olayların çok daha az geliştiği bulunmuştur.
Bu araştırmanın sonuçları açıklandıktan
sonra hekimler, yüksek tansiyonlu hastalarını bir yakınmaları olmasa da tedavi
altına almaya başlamış ve birçoğunu “vakitsiz ölümden” kurtarmışlardır. Ancak
burada çok önemli bir ayrıntı vardır: Tedavi sadece diyastolik (küçük)
tansiyonu 115 mmHg üzerinde olanlarda ciddi bir fayda sağlarken, 90 – 100 mmHg
arası olanlarda bir fayda sağlamamaktadır. Welch ve arkadaşları tedaviden fayda
görmeyecek bu grup insanların tedavi altına alınmasını “aşırı teşhis” olarak
tanımlamaktadır. Dahası, bu gruptaki insanlar “tedaviden” fayda görmemelerinden
öte, “zarar” görebilmektedir ve bu durum başta diyabet, yüksek kolesterol ve
osteoporoz olmak üzere birçok durum için aynıdır. Bu noktada kimlere tedavi
uygulanacağının veya diğer bir deyişle “tedavi eşiğinin” belirlenmesi büyük
önem kazanmaktadır.
Tedavi eşiğinin belirlenmesi
noktasında karşımıza “uzman” kuruluşlar çıkmaktadır. Kendi alanlarında otorite
olan uzmanlardan oluşan bu kuruluşlar, bilimsel araştırmaların sonuçlarını
değerlendirerek hastalıklar için tedavi eşikleri belirlemektedir. Bu kuruluşlar
tarafından üretilen tedavi rehberleri hekimler için mesleklerini icra ederken
kullandıkları temel referanslardır.
Welch ve arkadaşları çeşitli sağlık
sorunlarına ilişkin tedavi eşiklerindeki değişikliklerin ne anlama geldiğini
rakamsal olarak ortaya koymuşlardır. Kan şekeri düzeyi 140’ın üzerinde olanlar
diyabet tedavisine alınırken, 1977
yılında bu eşik 126’ya düşürüldüğünde, o güne kadar kan şeker düzeyleri 126 –
140 arasında olup “hasta” kabul edilmeyen 1,6 milyon Amerikalı hasta olarak
kabul edilip tedavi altına alınmaya başlamıştır. Hipertansiyon tedavisi için
eşik 1997 yılında küçük (diyastolik) tansiyon için 100 mmHg’dan 90 mmHg’ya,
büyük (sistolik) tansiyon için 160 mmHg’dan 140 mmHg’ya indirilerek, 13 milyon
Amerikalı tansiyon ilaçları için müşteri haline getirilmiştir. Kolesterol için
eşik 240’dan 200’e düşürüldüğünde ise ilaç şirketleri 42 milyon yeni Amerikalı
müşteri kazanmışlardır.
Yazarlar ilaç şirketlerine bir anda
yalnızca ABD’de milyonlarca müşteri kazandıran bu tedavi sınırlarını belirleyen
uzmanların “bağımsızlığına” ilişkin geniş kaygılar olduğunu ifade etmektedir. Diyabet
sınırını belirleyen kurulun başkanı, hepsi diyabet ilaçları üreten Aventis
Eczacılık, Bristol-Myers Squibb, Eli Lilly, GlaxoSmithKline, Novartis, Merck ve
Pfizer firmalarının ücretli danışmanıdır. Son yüksek kan basıncı rehberlerinin
on-bir yazarından dokuzu yüksek kan basıncı ilaçları üreten ilaç şirketlerine
bir şekilde mali bakımdan bağlıdır. Kolesterol sınırını aşağıya çeken dokuz
uzmandan sekizi, kolesterol ilaçları üreten ilaç firmalarının ücretli
danışmanıdır.
Nasıl bu hale geldik?
İnsanın sağlık bilgisini önce
içgüdüleriyle, daha sonra doğayı gözlem yoluyla edindiği ve kuşaktan kuşağa
aktardığı düşünülmektedir. Belek ve arkadaşları ilkel komünal toplumda sağlık
bilgisinin “ortaklaşa” niteliğinin altını çizmekte ve “herkes tarafından,
herkes yararına ve herkes için” kullanıldığını belirtmektedirler. Toplumların
sınıflara bölünmesiyle birlikte egemen sınıflar sağlık bilgisi kullanımını
“hizmetleştirerek”, kendi gereksinimlerine göre örgütlemişlerdir. Sağlık
bilgisinin hizmetleşmesi, aynı zamanda metalaşmasına (alınır – satılır bir mal
haline gelmesine) yol açmıştır.
Sağlık hizmeti yüzyıllarca hasta ve
hekim arasında kalarak, kişisel tüketim amacıyla üretilmiştir. Tıbbın önde
gelen sağlık sorunlarının (bulaşıcı hastalıklar) tedavisindeki rolünün artması,
on-dokuzuncu yüzyılda Pasteur’ün fermantasyon deneyleri ve Koch’un tüberkülozun
mikrobiyolojik etkenini (Mycobacterium tuberculosis) ortaya koymasıyla mümkün
olmuştur. Bu döneme kadar sağlığı yatırım yapılacak ve üzerinden kar elde
edilebilecek bir alan olarak görmeyen sermaye, tıptaki bu gelişmelerle birlikte
başta ilaç, tıbbi teknoloji ve sigortacılık olmak üzere çeşitli sektörlerde sağlık
alanına girmeye ve sağlığı ve tıbbı kendi gereksinimlerine göre örgütlemeye başlamıştır.
Sermaye tıbbı ve sağlığı kendi gereksinimlerine
göre örgütlemeye Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) büyük sermaye
gruplarının desteğiyle 1910 yılında hazırlatılan Flexner raporuyla hekim
eğitiminden başlayarak, aynı zamanda hekimlerin mesleki uygulamalarını da
standartlaştırmıştır. Gelişmiş sanayi ülkelerinde büyük sermaye grupları ABD
sermayesinin izinden giderken, geri bıraktırılmış ülkelere kapitalist tıp, sermaye
grupları tarafından çoğu kez “hayırseverlik” kisvesi altında dayatılmıştır. Asya,
Afrika ve Latin Amerika’ya “misyonerlik” etkinliklerinin bir parçası olarak götürülen
sağlık hizmetleri, bu ülkelerde yaşayan insanların sağlık sorunlarını çözmekten
çok, onların emperyalizme bağımlılıklarını pekiştirmekte bir araç olarak
kullanılmıştır.
Bu dönemde Rusya’da 1917 devrimiyle
sermaye egemenliğine son verilmesi ve toplumsal yaşamın toplumun gereksinimleri
doğrultusunda örgütlenmeye başlamasıyla birlikte, dünyaya egemen olan
kapitalist tıbbın karşısına “toplumcu” bir alternatif çıkmıştır. Sovyet
hükumeti işbaşına geldiği günden itibaren ilk iş olarak sağlığı alınır-satılır
bir mal olmaktan çıkartarak, yeniden toplumun hizmetine sunmuştur. Sağlığın
sermaye için yatırım alanı olmaktan çıkartılarak kamulaştırılmasıyla birlikte, toplumcu
bir tıp ve sağlık anlayışı gelişmeye başlamış ve bu anlayış başta hekim eğitimi
ve hekimlik uygulamalarında olmak üzere sağlığın bütün alanlarında kendisini
göstermiştir.
Sermayenin sağlık üzerinden kazancını
başta ilaç sektörü, tıbbi teknoloji endüstrisi ve sigorta şirketleri üzerinden
elde etmesi, bir başka deyişle hastalıklar üzerinden kar sağlaması nedeniyle
kapitalist tıp, sağlık hizmetleri içinde “tedavi hizmetlerine” ağırlık veren
bir örgütlenmeyi (klinikler ve hastanelere dayalı) tercih etmiştir. Sovyetler
Birliği’nde ise amaç hastalıklar üzerinden kazanç sağlamak olmadığından, sağlık
hizmetlerinde öncelik insanların hasta olmamaları için “önleyici hizmetlere” (işyeri
ve okul hekimlikleri, birinci basamağa dayalı) verilmiştir.
Sovyetler Birliği kapitalist
ülkelerden farklı olarak sağlık sorunlarının çözümünü daha çok hastane açmak,
tıbbi teknolojiye daha fazla yatırım yapmak yerine, hastalıkların içinde
oluştuğu ve geliştiği çalışma ve yaşam koşullarının (bugün bunlara sağlığın
toplumsal belirleyicileri diyoruz) iyileştirilmesinde aramıştır. İnsanların çalışma,
barınma, beslenme koşullarını iyileştirerek, erken çocukluk bakımını (kreşler
ve anaokulları) insanların işyerlerine ve mahallelerine götürerek, eğitimi
yaygınlaştırarak, önleyici sağlık hizmetlerine öncelik vererek sağlık
sorunlarını çözen toplumcu tıp, çok kısa bir süre içinde kapitalist tıp
karşısında üstünlüğünü kanıtlamıştır.
İkinci Paylaşım Savaşı döneminde
Sovyetler Birliği’ndeki toplumcu sağlık uygulamalarıyla tanışan “batı”
toplumları, bu uygulamalardan çok etkilenmiş ve kendi ülkelerinde de aynı
hizmetleri talep etmeye başlamışlardır. Kuzey British Columbia Üniversitesi
Ekonomi Departmanı’ndan Jalil Safaei’ye göre gelişmiş sanayi ülkelerinde
emekçilerin giderek radikalleşmesinin ve politik arenada ağırlığın radikal sol
hareketlere kaymasının Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerindekiler gibi
bir devrime yol açabileceğinden ürken egemen sınıflar, bir devrimden
korktukları için emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarında önemli
iyileştirmeler yapmak zorunda kalmışlardır. Safaei bu kapsamda gerçekleştirilen
refah devleti veya sosyal güvenlik ağı uygulamalarının, bir anlamda kapitalist
sanayi toplumlarında komünizm tehdidine karşı bir tür “sosyopolitik aşı” olarak
hizmet ettiğini ifade etmektedir.
Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp
Fakültesi’den Halk Sağlığı profesörü Gazanfer Aksakoğlu da, İkinci Paylaşım
Savaşı sonunda İngiltere’de kurulan Ulusal Sağlık Sistemi’nin, İngiliz
işçilerinin SSCB emekçilerini örnek alarak ayaklanmasını önlemeye dayalı genel
strateji çerçevesinde, temel ilke olarak herkese eşit ve parasız sağlık
hizmetini, yerinde sunmayı kararlaştırmasıyla, ülkede yaşayan tüm bireylere tam
olarak parasız hizmet sağlamak üzere devreye girdiğini ifade etmektedir.
Gerçekten de İngiltere’de kurulan Ulusal Sağlık Hizmeti (sosyalleştirme) sağlığı
sermaye için kar alanı olmaktan çıkartmak yönünde önemli bir adımdır.
İngiltere’den sonra başta Kanada ve Kuzey Avrupa ülkeleri olmak üzere bir dizi
kapitalist ülkede önleyici hizmetlere ağırlık verilmeye başlanmış ve
emekçilerin çalışma ve yaşam koşulları önemli ölçüde iyileştirilmiştir.
Bu yıllarda Türkiye’de de sağlık
hizmetleri sosyalleştirilmiş ve birinci basamağa dayalı bir sağlık sistemi
örgütlenmeye çalışılmıştır. Ancak 12 Mart faşizmiyle kesintiye uğrayan
sosyalleştirme çalışmaları, 1970’lerin ikinci yarısında CHP hükumetinin
işbaşına gelişiyle yeniden canlansa da, 12 Eylül faşist darbesiyle önce içeriği
boşaltılmış, daha sonra rafa kaldırılmıştır. Çok kısa bir süre için kuruluş
amaçları doğrultusunda toplumcu bir sağlık hizmeti sunabilen Sağlık
Ocakları’nda topluma “ücretsiz ilaç” hizmeti de sağlanmıştır.
Kapitalist tıbbın gerilediği ve
toplumcu tıbbın yaygınlaşmaya başladığı bu süreç, 1970’li yıllarda kapitalist
dünyada patlak veren petrol kriziyle başlayan ağır bunalım döneminde,
sermayenin ABD’de Reagan ve İngiltere’de Thatcher’ı işbaşına getirerek
sosyalizme karşı bir ölüm-dirim savaşına girmesiyle birlikte geri dönmeye
başlamıştır. Sosyalizme karşı küresel ölçekte bir savaşa giren sermaye,
aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bir dizi ülkede askeri-faşist
diktatörlükleri işbaşına getirmiş, sosyalist ülkelerde karşı-devrimler
tezgahlamış ve 1990’ların başında Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle birlikte
zaferini ilan etmiştir.
Sosyalizme karşı savaşla eşzamanlı
olarak neoliberal politikaları uygulamaya koyan sermaye, sağlık alanında
toplumcu tıp uygulamalarına son vererek, tıbbı yeniden sermaye egemenliğine
almıştır. Rakipsiz kalan kapitalist tıp, neoliberal politikalarla sağlığın
hızla piyasalaştırılması ve sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi sayesinde
serpilerek, egemenliğini pekiştirmiştir. Neoliberal politikaların sağlık
alanında uygulanmasıyla toplum sağlığında kamusal sorumluluk azaltılmış, sağlık
hizmeti pazarı genişletilmiş, devlet tarafından finanse edilen ulusal sağlık
hizmetleri, sigortaya dayalı sağlık hizmetlerine dönüştürülmüş, tıbbi hizmetler
özelleştirilmiş, hastalar müşterileştirilmiş, sağlıkta planlama piyasaya
bırakılmış, bireyler kendi sağlıklarından sorumlu kılınmış ve sağlığın teşviki
bireylerin davranışlarının değiştirilmesine indirgenmiştir.
Bu süreçte dikkat çeken bir olgu,
biyomedikal ve genetik alanlarında yatırımların (hem kamuda, hem de özelde)
arttırılması, tıbbi teknoloji ve ilaç sektörünün güçlendirilmesi olmuştur. Bu
alana yapılan yatırımların vergilerle desteklenmesi, bir başka deyişle toplumun
kaynaklarının tıbbi – sanayi komplekse aktarılması, bu alanlarda elde edilecek
başarılarla sağlık sorunlarının çözüleceği şeklindeki ondokuzuncu yüzyıldan
kalma “sihirli mermi” inancına dayanan biyomedikal yaklaşımla meşrulaştırılmıştır.
İnsanlar tıbbi – sanayi kompleksin geliştireceği yeni teknolojiler ve ilaçlarla
veya gen mühendisliğinin başarılarıyla sağlık sorunlarından kurtulacaklarına ve
sağlıklı, uzun bir ömür yaşayacaklarına inandırılmışlardır.
Bir halk sağlığı sorunu olarak ilaç şirketleri
Sağlık sorunlarının çözümünde önemli
bir yeri ve işlevi olan ilacın, kapitalist ilaç şirketlerinin elinde bir halk
sağlığı sorunu haline gelmiş olması, ironi olmanın ötesinde bir trajedi haline
gelmiştir. Günümüzde hastaları iyileştirmesi beklenen ilaçlar yüzünden
milyonlarca insan sağlıklarını, kimileriyse yaşamlarını yitirmektedir. Kuşkusuz
bunun suçlusu ilaç değil, ilacı kendi kar hırslarına alet eden kapitalist ilaç
şirketleridir. İnsanların dertlerine deva olacak ilaçları birer zehir haline
getirenler, insanların acı ve ıstıraplarını kendileri için bir kazanç kaynağına
dönüştürmeye çalışanlardır.
İlaç sanayisindeki tekelleşme
sürecini değerlendiren Yenen’e göre 1970’li yıllarda biyoloji ve teknolojideki
gelişmeler, birçok sağlık sorununun biyolojik nedenlerinin açıklığa
kavuşturulmasına ve birçok hastalık için tedavi edici etkisi olan moleküllerle,
enfeksiyon hastalıklarından korunmayı sağlayan aşıların geliştirilmesine olanak
sağlamıştır. Bu sayede gelişen ilaç sanayisinde 1970’li yıllarda tekelleşme hızlanmıştır.
ABD’de 1980’de çıkartılan Bayh-Doyle ve 1984’de çıkartılan Hatch-Waxman
yasalarıyla üniversitelerin araştırmalarından elde ettikleri ve uygulamaya
sokulabilecek (piyasa malı haline getirilebilecek) sonuçlar (ilaçlar)
endüstrinin kullanımına (pazarlanarak kar elde edilmesine) devredilirken,
markalı ilaçların patent süreleri uzatılarak tekelleşme hakları
güçlendirilmiştir.
1990’larda Dünya Ticaret Örgütü
çatısı altında geliştirilen Çok Taraflı Yatırım Anlaşmaları (MAI) ve Fikri
Mülkiyet Hakkı Yasaları (TRIPs) aracılığıyla ticaret ilişkileri tekeller lehine
yeniden düzenlenmiştir. Ancak 1990’ların sonları, 2000’lerin başlarından
itibaren yeni kapitalist krizlerin de etkisiyle ilaç şirketlerinin karlarında
gerilemeler başlamıştır. Dünya Bankası’nın belirlediği politikalarla sağlık
ödemelerinde kamusal pay geriletilmiş, bireylerin sağlıklarıyla ilgili
ödemeleri sadece pazarın yasalarına bağlanmıştır. Böylece satıcı, aracı bir güç
olmaksızın doğrudan müşterilerine, sağlamlara, hastalara ve hekimlere ulaşma ve
malını istediği gibi pazarlama olanaklarına kavuşmuştur. Bu dönem yıllık satışı
1 milyar USD ve üstünde olan çok satan ilaçların (blockbuster drugs) patent
sürelerinin de art arda bitmeye başladığı dönemdir. Bu dönem aynı zamanda,
mevcut teknolojiyle yeni ilaçların üretilememesi gibi bir sorunun ortaya
çıktığı bir dönemdir. Bu bağlamda genomiks, bilişim, kombinatoryal kimya ya da
yüksek verimli tarama teknolojileri gibi yeni teknolojilerle de sonuç elde
edilmesi zaman alacak gibi görünmektedir.
İlaç sanayisi için en büyük pazar
ABD’dir ve satış gelirlerinin yaklaşık yarısı bu ülkeden sağlanmaktadır.
Giderek, dünyadaki en büyük 10 ilaç tekelinin 6’sı bu ülkede yerleşiktir
(Pfizer, Merck & Co., Johnson & Johnson, Bristol-Myers Squibb, Abbott
ve Wyeth). Bunlara İngiltere’de yerleşik 2 (GlaxoSmithKline ve AstraZeneca),
İsviçre’de bir (Novartis) ve Fransa’da bir (Aventis-Sanofi) şirket eşlik
etmektedir. Yine bu 10 şirket dünyadaki ilaç satış gelirlerinin yaklaşık
yarısını almaktadır. Tekeller karlarını korumak için yeni stratejiler
geliştirmişlerdir:
· çok satan ilaçlara ağırlık vermek
· hemen yanıt alınan ilaçlar (antibiyotikler, aşılar gibi) yerine sürekli kullanılacak olan ilaçlara ağırlık vermek
· varsıllar dünyasını da etkilemedikçe “yoksullar dünyasının” kullanacağı ilaçları ötelemek
· ilaçların patent sürelerini uzatmakta saldırgan davranmak
· fikri mülkiyet haklarını tüm dünyada yaygınlaştırmak
· denetimi arttıracak yasaların çıkmasını önlemek ya da etkilerini azaltmak için ABD Kongre’siyle çok yakın çalışmak
· satışları ve hisse değerlerini arttırmak için pazarlamaya ağırlık vermek ve tüketici talebini büyük ölçeklerde kışkırtmak için “tüketici eğitimi” zemininde doğrudan tüketiciye reklam yapmak
· yaşlanmanın bir sonucu olan kaçınılmaz değişiklikler için ilaç kullanmayı öne çıkarmak
· “yaşam tarzı hastalıkları” diye adlandırılan durumlara yoğunlaşmak (saç dökülmesi, şişmanlık, erektil disfonksiyon, irritabl bağırsak sendromu, irritabl erkek sendromu, acil üriner inkontinens, deride kırışıklık vb)
· var olan hastalıklarda ilaçların kullanımını arttırmak ve/veya varolan hastalıkların ciddiyetini abartmak; normal sosyal davranışların yerine “sosyal fobi”, “kadın cinsel disfonksiyonu” gibi yeni hastalıklar icat etmek.
Artık endüstri onay süreçlerine
doğrudan ya da dolaylı müdahil olabilmekte, hekimlik pratiğinde kullanılan
klinik uygulama kılavuzlarının yazımına doğrudan katkıda bulunmakta, kullanıma
girmiş ilaçların olumsuz etkilerini açığa çıkaran bilimsel yayınları
baskılamakta, kendi finanse ettiği çalışmaları hayali yazarlara yazdırtmakta,
dahası kamu sağlık harcamalarının hangi alanlara yapılacağına dair ekonomik
analizlere doğrudan ya da dolaylı olarak katılmaktadır. İlaç tekelleri,
kılavuzlar yanında birçok tıp kongresi ve eğitim toplantılarının doğrudan
sponsoru olarak bu süreçlerin ideolojik şekillenmelerini sağlamaktadırlar.
Dolayısıyla artık hekimler endüstrinin otorite nitelikli temsilcileri (ticari
ajanları) konumuna gelmektedirler.
Bu gelişmeler giderek insanların
sağlığını tehdit eder boyutlara ulaşmıştır. Kanadalı gazeteci Leigh Phillips
“Büyük İlaç Şirketlerini Sosyalleştirin” başlıklı makalesinde, dünyanın en
önemli özel ilaç şirketlerinin en büyük suçunun, ne yaptıkları değil, “ne
yapmadıkları” olduğuna dikkat çekerek, bu firmaların, mikroplara ve enfeksiyonlara
karşı süregelen mücadelede, düşmanın nesillerdir en acımasız saldırısını
gerçekleştirmeye giriştiği en kritik zamanda insanları yalnız bıraktığını ifade
etmiştir. Bu şirketlerin yaklaşık 30 yıldır antibiyotik araştırmalarını fiilen
bıraktıklarını belirten Phillips, bu süreci ayrıntılı olarak irdelemiştir.
İlaç firmaları 1945 – 1968 yılları
arasında 13 farklı antibiyotik ailesi üretmiş, fakat bu dönemden sonra sadece
iki yeni antibiyotik ailesi kullanıma sunulmuş ve 1980’lere gelindiğinde, ilaç
şirketleri öncelikli olarak antibiyotik geliştirmeye son vermişlerdir. Büyük
ilaç firmalarının antibiyotikler alanından çekilme gerekçesi, yeni bir ilaç
geliştirmenin yıllar alması ve yetkililerce onaylanan ajan başına 500 milyon
ila 1 milyar dolar arasında maliyete neden olması ve dile getirmese de,
antibiyotiklere yapılan yatırımın diğer tür ilaçlara göre çok daha düşük
getirisinin olmasıdır. Milyonlarca insanın hayatlarının geri kalanında
kullanmak zorunda olduğu, kalp hastalığı gibi kronik hastalıkların tedavisinde
kullanılan ilaçlardan farklı olarak (bu ilaçlar iyileştirmez, yalnızca
belirtileri baskılar), antibiyotikler genellikle birkaç hafta ya da en fazla
bir aylık tedavi rejimlerinde uygulanır. Bu durum antibiyotikleri “kapitalizm
için” cazip olmaktan çıkarmaktadır. Amerika Enfeksiyon Hastalıkları Derneği’nin
2008 yılında “seferberlik çağrısı” olarak yayınladığı bir makalede, “diğer
ilaçlardan çok daha başarılı olan antibiyotiklerin, ilaç şirketleri ve
girişimci kapitalistler için en az arzu edilir ilaçlar olduğu” ifade
edilmiştir. Makale, ilaç geliştirmekte çıkarı güdüleyenin iyileştirici olma
değil, tedavide uzun süre kullanılma olduğu sonucuna varmıştır.
Büyük ilaç firmalarının çoğu
araştırma merkezlerini kapatmışlardır. 12 büyük küresel ilaç firmasının sadece
4’ü antibiyotik araştırmalarıyla ilgilenmektedir. Hükumetler sermaye
gruplarının yeniden antibiyotik alanına dönmesi için ilaç şirketlerine “rüşvet”
teklif etmektedir. ABD’de ilaç şirketlerine önerilen rüşvetler şunlardır:
· kritik olarak gereksinim duyulan ilaçlar için vergi indirimleri ve öncelikli antibiyotiklerin geliştirilmesi için bağışlar
· devlet tarafından önceden satın alma taahhütlerinin finanse edilmesi veya başka “pazarlar için söz verilmesi”
· şirketin kendi seçeceği diğer ürünler için “transfer edilebilir öncelikli değerlendirme belgesi” verilmesi
· Gıda ve İlaç İdaresi’nden (Gİİ) öncelikli bir antibiyotik için onay alma karşılığında Gİİ aracılığıyla işlerinin hızlandırılması hakkı
· gerçekten yenilikçi olarak kabul edilen yeni ilaçlar için 25 veya 30 yıl uzamış patent süresi veya pazar ayrıcalığı.
“Joker patent süresi uzatmaları”,
şirketlere ürettikleri başka bir ilaç için 6 aydan 2 yıla kadar patent süresini
uzatma ödülü vermektedir. Phillips ilaç şirketlerine rüşvet önermek yerine,
halk sağlığı için bir tehdit haline gelen özel ilaç sektörünün tamamen ortadan
kaldırılması (kamulaştırılması) gerektiğini savunmaktadır.
Phillips, geçtiğimiz yıl içinde
patlak veren ve binlerce insanın canını alması yanında küresel bir tehdit
haline gelen Ebola salgınına ilişkin kaleme aldığı başka bir makalesinde, yine
insanları enfeksiyon hastalıkları karşısında çaresiz bırakan ilaç şirketlerine
dikkat çekmiştir. Yazara göre Ebola hastalığının 40 yıla yakın bir süredir
biliniyor olmasına kaşın, büyük ilaç firmalarının bu konuda bir şey
yapmamasının nedeni, Ebola için bir tedavi geliştirmenin maliyetinin yüksek,
buna karşın tedaviden elde edilecek gelirin (karın) çok düşük olmasıdır (kapitalist
üretim tarzının mantığı: kar yoksa üretim de yok).
Oysa geçen on yıl içinde Ebola
tedavisine yönelik araştırmalarda muazzam ilerlemeler sağlanmıştır. Kamu
sektörü veya kamudan büyük mali destek alan özel sektör şirketleri tarafından
yapılan araştırmalarda nükleik asit tabanlı ürünler, antikor tedavileri ve bir
dizi aşı (bunlardan beşi insan-dışı primatlarda başarıyla korunma sağlamış)
geliştirilmiştir. Fakat salgının nadir görülmesi (30 – 40 yılda bir) ve göreli
olarak (örneğin hipertansiyonla kıyaslandığında) az sayıda insanı etkilemesi
nedeniyle, büyük ilaç şirketleri için Ebola ile ilgilenmek “karlı” değildir. İnsanların
yaşamları boyunca yalnızca enfeksiyona yakalandıklarında birkaç kez
kullanacakları bir ilaç için 870 milyon dolar (sermaye maliyeti hesaba
katıldığında 1.8 milyar dolar) yatırım yapmanın sermaye için hiçbir anlamı yoktur;
bu para diyabet veya kanser gibi hastaların genellikle yaşamları boyunca her
gün almak zorunda olduğu yüksek karlı ilaçların geliştirilmesine yatırıldığında
daha fazla kazanç getirmektedir. Oysa ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezine
göre, ABD’de her yıl iki milyon insan antibiyotiklere dirençli bakterilere
maruz kalmakta ve bunlardan 23 bini yaşamını yitirmektedir.
Aynı durumu aşı geliştirme
çalışmaları için de geçerlidir. İnsanların örneğin astım ilaçlarını veya
insülini on yıllarca satın almak zorunda kalmasına karşın, aşıların bütün yaşam
boyunca genellikle yalnızca birkaç kez satın alınması gerekmektedir. Bu nedenle
birçok ilaç şirketi on yıllardır yalnızca aşılar üzerine araştırma yapmayı terk
etmemişler, aşı üretmeyi de bırakmışlardır. Bugün ABD’de birçok çocukluk çağı
aşısının kıtlığı çekilmektedir.
Hekim – eczacı ilişkisinin bozulması
İlaçların alınır-satılır bir mal
(meta) haline gelmesiyle birlikte ilaç üretiminin endüstri tarafından ortalama
insan standartlarına göre yapılmaya başlanması geleneksel hekim – eczacı
ilişkilerine son vermiş ve bu alanda sanayi ve ticaretin kurallarının hakim
olmasına neden olmuştur. Ali Nihat Babaoğlu ilaç alanında kapitalizmin
yasalarının nasıl işlediğine ilişkin verdiği bir örnekte, bir ilacın 5 – 10 ve
20 miligramlık tablet formunun bulunabileceğini, fakat bunlardan 5 miligramlık
formun yeterinde “kar” bırakmaması nedeniyle eczanelerin bu formu ellerinde
bulundurmakta gönülsüz olabileceklerini ifade etmektedir. Bu durumda hekimin bu
ilacın 5 miligramlık formunu reçete ettiği bir hastaya, “ellerinde kalmadığı”
veya “piyasada bulunmadığı” ifade edilebilmekte ve hasta hekim ilişkisine
güvensizlik gölgesi düşürülebilmektedir. Yine yaygın görülen bir hastalığın
tedavisi için bulunmuş, hekimler tarafından uzun yıllar kullanılmış, hekimlerin
etki ve yan etkileri konusunda çok iyi bilgi sahibi oldukları bir ilaç, sırf
yeterli “kar bırakmadığı” için ilaç firmaları tarafından piyasadan
çekilebilmekte ve bu ilacı yazmakta ısrar eden hekimler, hastalar gözünde
modası geçmiş ilaçlar reçete eden “antika” hekimler konumuna düşebilmektedir.
Diğer yandan geçmişte bir ilacın
tasarım aşamasından imalatına kadar araştırmalarla geçen 12 – 14 yıllık sürenin
sermayenin talepleri doğrultusunda 4 – 5 yıla indirilmesi, hekimlerin bu
süreçleri izleyebilmelerini güçleştirmiştir. Eskiden “piyasaya” sürülmeden önce
“denekler” üzerinde denenen ilaçlar, günümüzde doğrudan “hastalar” üzerinde
denenmektedir. Geçmişte bu çalışmalar büyük hastanelerde yapılırken, günümüzde
çeşitli kıtalarda yer alan çok sayıda ülkedeki küçük hastanelere yayılmakta,
böylece araştırmanın “bütünü” hekimlerin gözünden kaçırılmaktadır. Böylece
araştırmanın “bütününe” yalnızca ilaç şirketi hakim olabilmekte ve hekimlere
yalnızca kendi çıkarına uygun bilgileri verebilmektedir. Bu süreçlerde gizlenen
olumsuz sonuçlar, ilaç “piyasaya” verildikten bir süre sonra kendisini
gösterdiğinde ilaç “piyasadan” çekilmekte, fakat bu durum birçok yaşama mal
olabilmektedir. Oysa tıbbi araştırmaların üç aşamada yürütülmesi gerekir.
Birinci aşamada ilaçların etkileri “canlı dışı” ortamlarda gözlenmeli ve olumlu
veriler elde edildiğinde ikinci aşamaya geçilerek hayvan deneyleri
yapılmalıdır. Hayvan deneylerinden de olumlu sonuçlar alınması halinde klinik
araştırmalar başlatılmalıdır.
Alternatif bir ilaç politikası
Günümüzde kapitalist tıp karşısında
toplumcu alternatifin en önemli temsilcisi Küba’dır. Başta Venezuela olmak
üzere sağlıkta toplumcu alternatifi benimseyen ve kendi ülkelerinde sağlığı
kapitalizmin boyunduruğundan kurtarma çabası içinde olan bir dizi ülke de
vardır. Küba’nın enternasyonalist dayanışma çerçevesinde yaptığı yardımlarla
kendi sağlık sistemlerini kurma çabası içinde olan bu ülkelerde sağlık alanında
oldukça başarılı sonuçlar elde edilmektedir.
Küba’nın sağlık sistemi Michael
Moore’un Sicko isimli dokümanter filmiyle popüler olmuştur. Dünya’nın en zengin
ülkesi olan ABD’de gereksindikleri sağlık hizmetlerine ve ilaçlara erişemeyen
Amerikalılarla, gereksindikleri bütün sağlık hizmetlerine ücretsiz olarak
erişebilen Kübalıların durumumun karşılaştırıldığı bu dokümanterde, Kübalıların
ilaçlara kamusal sübvansiyon sayesinde oldukça düşük fiyatlar karşılığında
erişebildikleri gözlenmektedir.
1959 devriminden önce Küba ilaç
endüstrisinin belkemiğini Pfizer, Squibb, Abbot ve Schering gibi çok uluslu
şirketlerin denetimindeki özel sermaye grupları oluşturmaktadır. Neredeyse tümü
ABD kökenli olan yabancı ilaç işletmeleri, pazarın yüzde 70’ini kontrol
etmektedir. Küba’nın sayıları 110 kadar olan küçük “yerli” ilaç işletmeleri ise
pazarda yüzde 30’luk bir paya sahiptir. Küba’nın yerli ilaç işletmelerinin bir
kısmı “dürüst” bir üretim içindeyken, halkın “chiveros” olarak adlandırdığı
seyyar satıcılar, toplum sağlığını tehdit eden bir faaliyet içindedir.
1959 devrimiyle önce ülkede faaliyet
gösteren Kuzey Amerika kökenli ilaç şirketleri, daha sonra yerli ilaç sanayi
kamulaştırılmıştır. Kendi “ulusal” ilaç sanayisini kuran Küba’da ülkenin ilaç
gereksinimini karşılama sorumluluğu Kamu Sağlığı Bakanlığı’na devredilmiştir ve
böylece Küba’da ilaç sanayisinin kamulaştırılması süreci 1965 yılında
tamamlanmıştır. Kamulaştırılan şirketler arasından malzemeleri, tesisleri ve
personeli bünyesinde toplayarak maliyetlerin düşmesini ve etkinliğin artmasını
sağlayan 14 şirket seçilmiş ve diğer küçük şirketler bunlara bağlanmıştır.
1970 yılından itibaren bu alana
yapılan yatırımlar (Küba’da GSMH’nın yüzde 15’i eğitim ve sağlığa
harcanmaktadır), üretim hatlarının uyumlu hale getirilmesi amacıyla, üretim
kapasitesinin tek merkezde toplanarak arttırılmasını, üretim süreçlerinin ve
yöntemlerinin geliştirilmesini, bu yolla ulusal gereksinimlerin kendi başına en
iyi şekilde karşılanmasını sağlamıştır.
Bu dönemde Küba’da ilaç sanayi,
ülkede kendi kimya sanayisi bulunmadığından, temel hammaddeler için dışa
(ithalata) bağımlı durumdadır. İlaç sanayi ülkede kullanılan binden fazla
ilaçtan ancak 87’sini kendisi üretebilmektedir. Yerli ilaç sanayi için öz
hammadde üretiminin kurulmasını öncelikli hedefleri arasına koyan Küba,
biyoteknoloji alanına önemli yatırımlar yapmaktadır. Toplumun ilaç
gereksinimlerinin “piyasaya” göre değil, bilimsel ölçütlere göre belirlendiği
Küba’da, hiçbir zaman ilaç sıkıntısı yaşanmamakta, aksine Küba enternasyonalist
dayanışma çerçevesinde dünyanın birçok ülkesine aşı ve ilaç yardımları
yapabilmektedir.
Özetlemek gerekirse Küba’nın ilaç
politikası üç sacayağı üzerine oturmaktadır: ilaç gereksinimlerinin bilimsel
ölçütlere göre belirlenmesi, bu gereksinimlere karşılık gelen bir üretim ve
ilaçların akılcı kullanımı.
1981 yılından itibaren Küba ilaç
sanayi, biyoteknoloji alanında büyük atılımlar yapmaya başlamış ve interferon
üretimine girişmiştir. Sadece gelişmiş kapitalist ülkelerin sahip olduğu bu
teknolojiyi kendi olanaklarıyla geliştirmeyi başaran Küba, kanser tedavisinde
kullanılabilecek ilaçların geliştirilmesi konusunda önemli adımlar atmıştır.
Genetik manipülasyon yoluyla interferon üretmeyi başaran Küba, günümüzde
dünyanın ikinci büyük interferon üreticisidir.
1986 yılında Küba’da Genetik ve
Biyoteknoloji Merkezi kurulmuştur. Biyoteknoloji ve genetik manipülasyon
arasında ulaşılan bilgi birikimi, yeni aşı ve ilaçlarının üretimini ve çok
gelişmiş tanı sistemlerinin geliştirilmesine olanak vermiştir. Küba’da 1992
yılından beri bütün çocuklara aralarında Menenjit B ve C aşılarının da
bulunduğu 13 aşı ile geniş bir bağışıklama programı uygulanmaktadır.
1990’larda Sovyetler Birliği’nin
çözülmesiyle birlikte dünyada yalnızlaştırılmaya çalışılan Küba, ABD ambargosu
yüzünden oldukça zor yıllar yaşamıştır. Kübalılar “Özel Dönem” olarak
adlandırdıkları bu yıllarda, ABD ambargosu gıda ve ilaç ürünlerini de
kapsadığından, Küba devrimden sonra ilk kez ciddi sağlık sorunlarıyla
karşılaşmışlardır. Amerikan firmalarının yabancı ortaklarının Küba’yla ticaret
yapmasını yasaklayan ve Küba limanlarına yanaşan ticaret gemilerinin, Küba’dan
ayrıldıktan sonra 6 ay Amerikan pazarına girişini önleyen (daha sonra 1992 Küba
Demokrasi Akdi ile sertleştirilen) ambargo nedeniyle bazı besin maddelerine ve
tıbbi ürünlere ulaşmada sıkıntılar yaşanmıştır. Ancak küçük bir ülke olmasına
karşı Küba, yürüttüğü sosyal tıp projelerinin sonucunda ülke olanaklarını
geliştirerek yurt dışından elde edemediği ürünlerini kendi üretir ve tıp
teknolojisi alanında dünya ölçeğinde yenilikler yapan bir ülke olmayı başarmış
durumdadır.
Dünya Sağlık Örgütü 2010 yılında
Afrika’nın menenjit salgını riski altında bulunduğunu açıklaması üzerine Küba
ve Brezilya, tip B meningokok bakterisini etkili bir şekilde nötralize eden bir
aşıdan 50 milyon doz üretebilecek bir kapasiteye sahip durumda olduğunu
bildirdi. Kübalı bilim insanları aşıyı Havana’daki Finlay enstitüsünde
geliştirdikten sonra, Brezilya, Küba ile ortak bir yatırımla 2007 yılında
faaliyete geçen yüksek kapasiteli bir üretim tesisi kurmuş ve çok geçmeden geri
bıraktırılmış ülkelerdeki salgın tehditlerini karşılama kapasitesine
ulaşmışlardır.
Havana yakınlarındaki Küba Moleküler
İmmünoloji Merkezi, aralarında Nimotuzumab’ın da bulunduğu kansere karşı ümit
veren çok sayıda ilaç geliştirmiş durumdadır. Genetik Mühendisliği ve
Biyoteknoloji Merkezi başka birçok başarısı yanında Hepatit B aşısını da
üretmeyi başarmıştır. 2006 yılında 40 ülkeye üç ilaç satan Küba, 2007 yılında
180 ilaç ihraç etmiştir. Günümüzde Küba 1.200’ün üzerinde biyoteknoloji ürününe
sahiptir ve 2008 yılında bu alanda 340 milyon ABD dolarını aşan bir dışsatım
gerçekleştirmiştir.
Akif Akalın
KAYNAKLAR
Akalın, MA. (2010). Toplumcu Tıp:
Sovyetler Birliği Deneyimi. İstanbul: Yazılama.
Akalın, MA. (2012). Sosyalleştirmenin
İdeolojisi. Ankara: TTB Yayınları (Türkiye’de Sosyalleştirmenin 50 Yılı – Füsun
Sayek TTB Raporları / Kitapları – 2011 içinde, Sayfa: 19 – 27).
Akalın, MA. (2013). Toplumcu Tıbba
Giriş. İstanbul: Yazılama.
Akgün, D. (2014). Kapitalizm Hasta
Eder: Toplumcu Tıp. Ankara: Notabene.
Aksakoğlu, G. ve Giray, H. (2006).
Birleşik Krallık’ta Ulusal Sağlık Hizmetinin Öyküsü. Toplum ve Hekim, 21: 335 –
343.
Applbaum, K. (2011). Sağlıkta küresel
pazarlama: İlaç entrikaları. (Panitch L, Leys C. (Ed). Kapitalizmde Sağlık – Sağlıksızlık
Semptomları. İstanbul: Yordam Kitap içinde S: 98 – 118).
Babaoğlu, AN. (2007). Yeni yeni
hastalıklar nereden çıkıyor? Bilim ve Ütopya, 153(13): 9 – 14.
Belek, İ. ve ark. (1998). Sınıfsız
Toplum Yolunda Türkiye İçin Sağlık Tezi. 2. Baskı. İstanbul: Sorun.
Belek, İ. (2002). Küba’da Sağlık,
Sosyalizmin Başarısı. Nazım Kültürevi Kitaplığı.
Brouwer, S. (2012). Devrimci
Doktorlar. Çev. Levent Aydeniz. Ankara: Notabene.
Chaufan, C. (2014). Unraveling the
“Cuban miracle”: A conversation with Dr. Enrique Beldarrain Chaple. Social Medicine,
8(2): 93 – 98.
Conrad, P. (2007). The medicalization
of society: on the transformation of human conditions into treatable disorders.
Baltimore: The Johns Hopkins University Press.
Cooper, RS., Kennelly, JF.,
Ordunez-Garcia, P. (2012). Health in Cuba. International Journal of
Epidemiology, 25: 817 – 824.
de Camargo Jr, KR. (2013).
Medicalization, pharmaceuticalization, and health imperialism. Cad. Saúde
Pública, Rio de Janeiro, 29(5): 844 – 846.
Duppen, DV. (2007). Küba’da ilaç
politikası: Gereksinimlere dayalı bir planlama örneği. Çev: Efe Can Gürcan ve
Cem İsmail Savaş. Bilim ve Ütopya, 153(13): 24 – 25.
Katırcıoğlu, SF. (2007). Bireysel
hastalık salgınları. Bilim
ve Ütopya, 153(13): 15 – 18.
Mooney, G. (2014). Ulusların Sağlığı:
Yeni Bir Ekonomi Politiğe Doğru. (Çev. Cem Terzi). İstanbul: Yordam.
Panitch, L. ve Leys C. (2011).
Kapitalizmde Sağlık, Sağlıksızlık Semptomları. İstanbul: Yordam.
Phillips, L. (2013). Socialize Big
Pharma. Jacobin Magazine, 29.06.2013.
Phillips, L. (2014). The Political
Economy of Ebola. Jacobin Magazine. 13.08.2014.
Safaei, J. (2014). Social policy as
social vaccine. Social Medicine, 8(1): 11 – 22.
Sezgin, D. (2011). Tıbbileştirilen
Yaşam Bireysel Yaşam. İstanbul: Ayrıntı.
‘t Hoen, E. (2002). TRIPS,
pharmaceutical patents, and access to essential medicines: a long way from
Seattle to Doha. Chicago Journal of International Law, 3(1): 27 – 46.
Türkmen, HÖ. (2014). Hekim-Hasta
İlişkisinde Haklar ve Sorumluluklar. Toraks Cerrahisi Bülteni, 5(1): 1 – 13.
Welch, G., Schwartz, LM., Woloshin,
S. (2013). Aşırı Teşhis. (Çev. Akif Akalın). İstanbul: İnsev.
Yenen, OŞ. (2007). Hastalık icadı ya da ilaç pazarının
genişletilmesi. Bilim ve Ütopya, 153(13): 4 – 8.
Williams, SJ., Gabe, J., Davis, P.
(2008). The sociology of pharmaceuticals: progress and prospects. Sociology of
Health and Illness, 30: 813 – 824.
Williams, SJ., Martin, P., Gabe, J. (2011). The pharmaceuticalisation of society? A framework for analysis. Sociology of Health and Illness, 33: 710 – 725.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder