Translate

26 Ocak 2021 Salı

İlaca toplumcu yaklaşım

Kitap Bölümü: İlaca Toplumcu Yaklaşım

Eczacılık Bu Değil: İlaç Hastaya “İlaç” mı? İçinde.

Editör: Yakup Ercan

İthaki Yayınları, 2016

 

İLACA TOPLUMCU YAKLAŞIM

 

Tıpta ve sağlık alanında geçtiğimiz 30 yıl içinde sözcüğün tam anlamıyla “akıl almaz” değişimler yaşandı. Sağlıkçılar veya sağlık hizmetlerinden yararlanan insanlar olarak hepimiz bu değişimlerden etkilendik. Ancak süreç 30 yıl gibi göreli geniş bir zamana yayıldığından ve yine sözcüğün tam anlamıyla “adım adım” gerçekleştiğinden, ısınan sudaki kurbağa gibi bu alandaki gelişmelere gereken tepkileri veremedik.

 

Aramızdan biri 30 yıl önce uyutulmuş olsaydı ve bugün uyandırılsaydı, bizim çoktan alıştığımız birçok şey karşısında dehşete düşerdi. Örneğin rahatsızlığı nedeniyle bir hekime başvuran “hastaya”, 30 yıl önce “müşteri” gözüyle bakılacak olsaydı, gerçekten çok yadırganırdı. Oysa bugün hastaların “müşteri” oldukları Yargıtay kararı ile tescillendi.

 

Hekimler tarihin hiçbir döneminde hastalarını “müşteri” olarak tanımlamadılar ve onları her zaman tıbbi bilgi ve becerileriyle sağlık sorunlarını çözmekte yardımcı olacakları insanlar olarak gördüler. Neredeyse aldığımız soluğu dahi alınır – satılır bir mal haline getiren kapitalizm dahi, çok uzun yıllar sağlığı metalaştırmayı başaramadı. Sağlık hakkının gerçek savunucuları işçiler ve emekçiler sosyalizmden uzaklaşana, sosyalist ülkeler çözülene kadar...

 

1990’larda sağlığı savunacak toplumsal güçlerin geriletilmesi veya geri çekilmesiyle birlikte sağlık, Dünya Bankası uzmanlarının ve neoliberal ideolojinin uygulayıcılarının eline kaldı. Sağlık alanını sermayenin sınırsız sömürüsüne açmak yönündeki çabalar arttırıldı ve sağlık hizmetleri bir yandan özelleştirilirken, bir yandan piyasalaştırıldı. Zaman zaman sağlığın piyasa kurallarına terk edilmesinin gelecekte telafisi mümkün olmayan sonuçlara neden olacağı yönünde gelen itirazlara rağmen “Sağlıkta Dönüşüm Programları” hükumetlerin önde gelen öncelikleri arasına girdi.

 

Bugün Türkiye bu sürecin son derece kritik bir aşamasına ulaşmış bulunuyor: hastaların müşterileştirilmesi.  Yargıtay 13. Hukuk Dairesi’nin 2014/30305 E., 2014/35473 K., T: 13.11.2014 sayılı Kararı ile Türkiye’de hastaların “müşteri” haline getirilmelerinin hukuksal dayanağını oluşturuldu. Artık Türkiye’de hastalar resmen ve hukuken birer “müşteri” veya sağlık hizmeti “tüketicisi” olarak tanımlanmaktadır:

 

“…6502 sayılı yasanın (Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun) 3. Maddesi doğrultusunda 28.05.2014 tarihinde yürürlüğe giren yasanın 3-L maddesinde vekalet akdinden kaynaklanan uyuşmazlıklarda tüketici yasasının uygulanması gerekmekte olup, bu nedenle vekalet ilişkisinden doğan uyuşmazlığında tüketici mahkemesinde görülmesi zorunludur”.

 

Yasalar hasta ile hekim arasındaki ilişkiyi bir “vekalet” ilişkisi olarak tanımlamaktadır. Hasta, kendisini hiç bilgisinin olmadığı bir alanda hekimine teslim eder. Bu noktadan itibaren hastasının yararını gözetmek tamamen hekimin sorumluluğudur. Hastası için en iyisine, en doğrusuna karar verecek olan hekimdir. Bu özünde bir “güven” ilişkisidir. Bu güven hastanın hekimine duyduğu “kişisel” bir güvenin ötesinde, “mesleğe” duyulan bir güvendir. Bunun da güvencesi deontoloji olarak adlandırılan mesleki ahlak kuralları olup, hekimlerin meslek örgütleri tarafından gözetilir. İşte Yargıtay verdiği kararla bu vekalet ilişkisinde ortaya çıkabilecek anlaşmazlıkların çözümünde hastaları birer “tüketici” olarak görüyor ve onları tüketici mahkemelerine yönlendiriyor.

 

Hasta müşteri olursa, ilaç ne olur? 

 

Sağlığın piyasa mekanizmalarına terk edilmesinin en somut sonuçları, tedavi hizmetlerinin en önemli unsurlarından biri olan ilaç alanında kendisini gösterdi. İlaçta “gereksinime” dayalı yaklaşım, yerini “pazara” dayalı bir yaklaşıma bıraktı.

 

Tarih boyunca ilaç üretiminin belirleyicisi “gereksinim” olmuştur. Önce tıp bir sağlık sorunu tanımlamış, daha sonra bu sorunun giderilmesine yardımcı olacak ilaçların arayışına girilmiştir. Toplumun hangi ilaçlara gereksinimi olduğu hekimler, epidemiyologlar, farmakologlar, halk sağlıkçılar gibi uzmanların ve hastaların görüşleri alınarak bilimsel yöntemlerle belirlenmiş ve buna karşılık gelen bir üretim yapılmıştır. Tarih, önce bir ilaç üretilip, daha sonra bu ilaç için hastalık veya “pazar” aranmasına ilk kez geçtiğimiz 30 yılda tanık olmuştur. 

 

Bugün ilaç şirketleri üretimlerini planlarken “toplumun” değil, “şirketin” gereksinimlerini dikkate almaktadırlar. Esas olarak toplumun “karşılanmamış” gereksinimlerinin karşılanması hedeflenmektedir. Bu durum ilaç harcamalarının, sağlık hizmetlerine yapılan harcamaların beşte birini oluşturacak kadar büyümesine yol açmıştır. İlaç harcamalarındaki bu artış, birbirleriyle bağlantılı iki sürecin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır: tıpsallaştırma (medicalisation) ve ilaca yöneltme (pharmaceuticalisation).

 

Tıpsallaştırma çok yönlü bir kavramdır ve birçok yazar tarafından farklı yönleriyle ele alınmıştır. Zola tıpsallaştırmayı bir toplumsal kontrol aracı olarak görürken, Foucault modern tıbbı yaratan toplumsal dönüşümlerin sonucu olarak görmektedir. Conrad’ın tıpsallaştırmaya yaklaşımı oldukça işlevsel olduğundan, en yaygın kabul gören yaklaşımdır.   

 

Conrad “Toplumun Tıpsallaştırılması” başlıklı kitabında tıpsallaştırmayı, tıbbi olmayan sorunların genellikle tıbbi sorunlar olarak tanımlanması ve ele alınması olarak tanımlamaktadır. Sorun tıbbi bakımdan tanımlanmakta, tıbbi dil kullanılarak betimlenmekte, tıbbi bir çerçeve içinde anlaşılmakta ve tıbbi müdahaleyle “tedavi” edilmektedir. Örneğin, insan gelişiminin normal bir parçası olarak kabul edilen doğum, ergenlik, yaşlılık, cinsellik, menopoz gibi birçok alan tıpsallaştırılmıştır.

 

Birçok yazarın “hastalık tacirliği” olarak adlandırdığı bu tıpsallaştırma sürecinde ilaç şirketleri, insanları hasta olduklarına ve tıbbi müdahaleye gereksinim duyduklarına ikna ederek pazarlarını genişletmektedir. Tedavi pazarı bir yanda normal durumların “hastalık” kapsamına sokulması, diğer yanda mevcut hastalıkların tanımlarının genişletilerek örneğin yüksek kolesterol gibi risk etmenlerinin sanki hastalıkmış gibi değerlendirilmesiyle genişletilmektedir.

 

Bireylerin tıpsallaştırma yoluyla tedavi gereksinimleri olduğuna ikna edilmesinden sonra, tedavileri için ilaç kullanmaya yönlendirilmelerine “ilaca yöneltme” denilmektedir. Williams ve arkadaşları ilaca yöneltmeyi, insani koşulları, kapasiteleri ve potansiyelleri farmakolojik müdahaleler için fırsatlara dönüştürmek olarak tanımlamaktadır. İlaç şirketleri hastalıkların tedavi protokolleri ve devletin ödeme politikaları üzerinde etkili olarak istedikleri ilaçların tedavi protokollerine girmesini ve sosyal güvenlik kurumlarının bunu kabul etmesini sağlamaktadırlar. Aynı zamanda ilaca talebi kamçılamak üzere “eğitim” adı altında hekimlere ve hastalara yönelik “bilinçlendirme” kampanyaları düzenlemektedirler.

 

Normal olarak örneğin yüksek tansiyon sorunu olmayan birinin ilaç şirketinin reklamına bakarak bir tansiyon ilacı satın almayacağı veya bir hekimin yüksek tansiyon sorunu olmayan bir hastasına bu ilaçları reçete etmeyeceği düşünülür. Oysa tıbbi bilgi zincirinin tıp eğitiminden araştırmaların finansmanına, bilimsel yayınların basılmasından tedavi protokolleri oluşturulmasına kadar bütün halkaları üzerinde etkili olan ilaç şirketleri, hekimleri ilaçlarını yazmaları gerektiğine “bilimsel” bir kisve altında ikna etmektedir.

 

Türkmen’e göre ilaç endüstrisinin desteklediği bilimsel araştırma sonuçları, “kanıta dayalı tıp” uygulamasının veri tabanını oluşturmakta; ilaç tedavisi gerektiren sınır değerler düşürülerek ilaca bağımlı insan sayısı arttırılmakta; sağlıklı yaşam paranoyası yaratılarak kışkırtılan hasta istekleri, performans kaygısıyla çalışmaya zorlanan hekimlerin tıbbi kararlarını etkilemektedir.

 

Diğer yandan “tüketicilere doğrudan reklam” döneminin başlamasıyla birlikte hissettikleri rahatsızlıklar için hangi ilacı satın alabileceklerini internet üzerinden araştırmaya başlayan insan sayısı artmış ve bu alanda da önemli bir pazar oluşmuştur.

 

Pazar nasıl genişletilir?

 

Birkaç yıl önce Amerika Birleşik Devletleri’nde büyük tartışmalar yaratan bir kitap yayınlandı: “Overdiagnosed”. Dilimize “Aşırı Teşhis” başlığıyla çevrilen bu kitapta Welch ve arkadaşları çağdaş bir şarlatanlık olarak “aşırı teşhise” dikkat çekmektedirler. Yazarlara göre hekimler geleneksel olarak, yalnızca hastalık belirtileri gösterenlere tanı koyar ve tedavi ederken, yirminci yüzyılın sonlarına doğru büyük bir paradigma değişimi yaşanmış ve henüz hastalık belirtileri göstermeyen insanları da “tedavi” etmeye başlamışlardır.

 

Bu değişime yol açan gelişmenin öyküsü oldukça ilginçtir: Tansiyonu yüksek hastalarda ölüm oranlarının daha yüksek olduğunu hekimler değil, Amerikan sigorta şirketleri keşfetmiş ve tansiyonu yüksek olan müşterilerine yaşam sigortası yapmamaya başlamışlardır. Bunun üzerine tansiyonu yüksek olan fakat hiçbir yakınması veya hastalık belirtisi olmayanların “tedavi” edilmesinin faydası olup olmadığı araştırılmıştır. Araştırma sonucu yüksek tansiyon için “tedavi edilen” vakalarda, tedavi edilmeyenlere göre daha sonraki yıllarda inme, kalp yetmezliği, kalp krizi gibi olayların çok daha az geliştiği bulunmuştur.

 

Bu araştırmanın sonuçları açıklandıktan sonra hekimler, yüksek tansiyonlu hastalarını bir yakınmaları olmasa da tedavi altına almaya başlamış ve birçoğunu “vakitsiz ölümden” kurtarmışlardır. Ancak burada çok önemli bir ayrıntı vardır: Tedavi sadece diyastolik (küçük) tansiyonu 115 mmHg üzerinde olanlarda ciddi bir fayda sağlarken, 90 – 100 mmHg arası olanlarda bir fayda sağlamamaktadır. Welch ve arkadaşları tedaviden fayda görmeyecek bu grup insanların tedavi altına alınmasını “aşırı teşhis” olarak tanımlamaktadır. Dahası, bu gruptaki insanlar “tedaviden” fayda görmemelerinden öte, “zarar” görebilmektedir ve bu durum başta diyabet, yüksek kolesterol ve osteoporoz olmak üzere birçok durum için aynıdır. Bu noktada kimlere tedavi uygulanacağının veya diğer bir deyişle “tedavi eşiğinin” belirlenmesi büyük önem kazanmaktadır.

 

Tedavi eşiğinin belirlenmesi noktasında karşımıza “uzman” kuruluşlar çıkmaktadır. Kendi alanlarında otorite olan uzmanlardan oluşan bu kuruluşlar, bilimsel araştırmaların sonuçlarını değerlendirerek hastalıklar için tedavi eşikleri belirlemektedir. Bu kuruluşlar tarafından üretilen tedavi rehberleri hekimler için mesleklerini icra ederken kullandıkları temel referanslardır.

 

Welch ve arkadaşları çeşitli sağlık sorunlarına ilişkin tedavi eşiklerindeki değişikliklerin ne anlama geldiğini rakamsal olarak ortaya koymuşlardır. Kan şekeri düzeyi 140’ın üzerinde olanlar diyabet tedavisine alınırken,  1977 yılında bu eşik 126’ya düşürüldüğünde, o güne kadar kan şeker düzeyleri 126 – 140 arasında olup “hasta” kabul edilmeyen 1,6 milyon Amerikalı hasta olarak kabul edilip tedavi altına alınmaya başlamıştır. Hipertansiyon tedavisi için eşik 1997 yılında küçük (diyastolik) tansiyon için 100 mmHg’dan 90 mmHg’ya, büyük (sistolik) tansiyon için 160 mmHg’dan 140 mmHg’ya indirilerek, 13 milyon Amerikalı tansiyon ilaçları için müşteri haline getirilmiştir. Kolesterol için eşik 240’dan 200’e düşürüldüğünde ise ilaç şirketleri 42 milyon yeni Amerikalı müşteri kazanmışlardır.

 

Yazarlar ilaç şirketlerine bir anda yalnızca ABD’de milyonlarca müşteri kazandıran bu tedavi sınırlarını belirleyen uzmanların “bağımsızlığına” ilişkin geniş kaygılar olduğunu ifade etmektedir. Diyabet sınırını belirleyen kurulun başkanı, hepsi diyabet ilaçları üreten Aventis Eczacılık, Bristol-Myers Squibb, Eli Lilly, GlaxoSmithKline, Novartis, Merck ve Pfizer firmalarının ücretli danışmanıdır. Son yüksek kan basıncı rehberlerinin on-bir yazarından dokuzu yüksek kan basıncı ilaçları üreten ilaç şirketlerine bir şekilde mali bakımdan bağlıdır. Kolesterol sınırını aşağıya çeken dokuz uzmandan sekizi, kolesterol ilaçları üreten ilaç firmalarının ücretli danışmanıdır.

 

Nasıl bu hale geldik?  

 

İnsanın sağlık bilgisini önce içgüdüleriyle, daha sonra doğayı gözlem yoluyla edindiği ve kuşaktan kuşağa aktardığı düşünülmektedir. Belek ve arkadaşları ilkel komünal toplumda sağlık bilgisinin “ortaklaşa” niteliğinin altını çizmekte ve “herkes tarafından, herkes yararına ve herkes için” kullanıldığını belirtmektedirler. Toplumların sınıflara bölünmesiyle birlikte egemen sınıflar sağlık bilgisi kullanımını “hizmetleştirerek”, kendi gereksinimlerine göre örgütlemişlerdir. Sağlık bilgisinin hizmetleşmesi, aynı zamanda metalaşmasına (alınır – satılır bir mal haline gelmesine) yol açmıştır.

 

Sağlık hizmeti yüzyıllarca hasta ve hekim arasında kalarak, kişisel tüketim amacıyla üretilmiştir. Tıbbın önde gelen sağlık sorunlarının (bulaşıcı hastalıklar) tedavisindeki rolünün artması, on-dokuzuncu yüzyılda Pasteur’ün fermantasyon deneyleri ve Koch’un tüberkülozun mikrobiyolojik etkenini (Mycobacterium tuberculosis) ortaya koymasıyla mümkün olmuştur. Bu döneme kadar sağlığı yatırım yapılacak ve üzerinden kar elde edilebilecek bir alan olarak görmeyen sermaye, tıptaki bu gelişmelerle birlikte başta ilaç, tıbbi teknoloji ve sigortacılık olmak üzere çeşitli sektörlerde sağlık alanına girmeye ve sağlığı ve tıbbı kendi gereksinimlerine göre örgütlemeye başlamıştır.

 

Sermaye tıbbı ve sağlığı kendi gereksinimlerine göre örgütlemeye Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) büyük sermaye gruplarının desteğiyle 1910 yılında hazırlatılan Flexner raporuyla hekim eğitiminden başlayarak, aynı zamanda hekimlerin mesleki uygulamalarını da standartlaştırmıştır. Gelişmiş sanayi ülkelerinde büyük sermaye grupları ABD sermayesinin izinden giderken, geri bıraktırılmış ülkelere kapitalist tıp, sermaye grupları tarafından çoğu kez “hayırseverlik” kisvesi altında dayatılmıştır. Asya, Afrika ve Latin Amerika’ya “misyonerlik” etkinliklerinin bir parçası olarak götürülen sağlık hizmetleri, bu ülkelerde yaşayan insanların sağlık sorunlarını çözmekten çok, onların emperyalizme bağımlılıklarını pekiştirmekte bir araç olarak kullanılmıştır.

 

Bu dönemde Rusya’da 1917 devrimiyle sermaye egemenliğine son verilmesi ve toplumsal yaşamın toplumun gereksinimleri doğrultusunda örgütlenmeye başlamasıyla birlikte, dünyaya egemen olan kapitalist tıbbın karşısına “toplumcu” bir alternatif çıkmıştır. Sovyet hükumeti işbaşına geldiği günden itibaren ilk iş olarak sağlığı alınır-satılır bir mal olmaktan çıkartarak, yeniden toplumun hizmetine sunmuştur. Sağlığın sermaye için yatırım alanı olmaktan çıkartılarak kamulaştırılmasıyla birlikte, toplumcu bir tıp ve sağlık anlayışı gelişmeye başlamış ve bu anlayış başta hekim eğitimi ve hekimlik uygulamalarında olmak üzere sağlığın bütün alanlarında kendisini göstermiştir.

 

Sermayenin sağlık üzerinden kazancını başta ilaç sektörü, tıbbi teknoloji endüstrisi ve sigorta şirketleri üzerinden elde etmesi, bir başka deyişle hastalıklar üzerinden kar sağlaması nedeniyle kapitalist tıp, sağlık hizmetleri içinde “tedavi hizmetlerine” ağırlık veren bir örgütlenmeyi (klinikler ve hastanelere dayalı) tercih etmiştir. Sovyetler Birliği’nde ise amaç hastalıklar üzerinden kazanç sağlamak olmadığından, sağlık hizmetlerinde öncelik insanların hasta olmamaları için “önleyici hizmetlere” (işyeri ve okul hekimlikleri, birinci basamağa dayalı) verilmiştir.

 

Sovyetler Birliği kapitalist ülkelerden farklı olarak sağlık sorunlarının çözümünü daha çok hastane açmak, tıbbi teknolojiye daha fazla yatırım yapmak yerine, hastalıkların içinde oluştuğu ve geliştiği çalışma ve yaşam koşullarının (bugün bunlara sağlığın toplumsal belirleyicileri diyoruz) iyileştirilmesinde aramıştır. İnsanların çalışma, barınma, beslenme koşullarını iyileştirerek, erken çocukluk bakımını (kreşler ve anaokulları) insanların işyerlerine ve mahallelerine götürerek, eğitimi yaygınlaştırarak, önleyici sağlık hizmetlerine öncelik vererek sağlık sorunlarını çözen toplumcu tıp, çok kısa bir süre içinde kapitalist tıp karşısında üstünlüğünü kanıtlamıştır.

 

İkinci Paylaşım Savaşı döneminde Sovyetler Birliği’ndeki toplumcu sağlık uygulamalarıyla tanışan “batı” toplumları, bu uygulamalardan çok etkilenmiş ve kendi ülkelerinde de aynı hizmetleri talep etmeye başlamışlardır. Kuzey British Columbia Üniversitesi Ekonomi Departmanı’ndan Jalil Safaei’ye göre gelişmiş sanayi ülkelerinde emekçilerin giderek radikalleşmesinin ve politik arenada ağırlığın radikal sol hareketlere kaymasının Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerindekiler gibi bir devrime yol açabileceğinden ürken egemen sınıflar, bir devrimden korktukları için emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarında önemli iyileştirmeler yapmak zorunda kalmışlardır. Safaei bu kapsamda gerçekleştirilen refah devleti veya sosyal güvenlik ağı uygulamalarının, bir anlamda kapitalist sanayi toplumlarında komünizm tehdidine karşı bir tür “sosyopolitik aşı” olarak hizmet ettiğini ifade etmektedir.

 

Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi’den Halk Sağlığı profesörü Gazanfer Aksakoğlu da, İkinci Paylaşım Savaşı sonunda İngiltere’de kurulan Ulusal Sağlık Sistemi’nin, İngiliz işçilerinin SSCB emekçilerini örnek alarak ayaklanmasını önlemeye dayalı genel strateji çerçevesinde, temel ilke olarak herkese eşit ve parasız sağlık hizmetini, yerinde sunmayı kararlaştırmasıyla, ülkede yaşayan tüm bireylere tam olarak parasız hizmet sağlamak üzere devreye girdiğini ifade etmektedir. Gerçekten de İngiltere’de kurulan Ulusal Sağlık Hizmeti (sosyalleştirme) sağlığı sermaye için kar alanı olmaktan çıkartmak yönünde önemli bir adımdır. İngiltere’den sonra başta Kanada ve Kuzey Avrupa ülkeleri olmak üzere bir dizi kapitalist ülkede önleyici hizmetlere ağırlık verilmeye başlanmış ve emekçilerin çalışma ve yaşam koşulları önemli ölçüde iyileştirilmiştir.

 

Bu yıllarda Türkiye’de de sağlık hizmetleri sosyalleştirilmiş ve birinci basamağa dayalı bir sağlık sistemi örgütlenmeye çalışılmıştır. Ancak 12 Mart faşizmiyle kesintiye uğrayan sosyalleştirme çalışmaları, 1970’lerin ikinci yarısında CHP hükumetinin işbaşına gelişiyle yeniden canlansa da, 12 Eylül faşist darbesiyle önce içeriği boşaltılmış, daha sonra rafa kaldırılmıştır. Çok kısa bir süre için kuruluş amaçları doğrultusunda toplumcu bir sağlık hizmeti sunabilen Sağlık Ocakları’nda topluma “ücretsiz ilaç” hizmeti de sağlanmıştır.

 

Kapitalist tıbbın gerilediği ve toplumcu tıbbın yaygınlaşmaya başladığı bu süreç, 1970’li yıllarda kapitalist dünyada patlak veren petrol kriziyle başlayan ağır bunalım döneminde, sermayenin ABD’de Reagan ve İngiltere’de Thatcher’ı işbaşına getirerek sosyalizme karşı bir ölüm-dirim savaşına girmesiyle birlikte geri dönmeye başlamıştır. Sosyalizme karşı küresel ölçekte bir savaşa giren sermaye, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bir dizi ülkede askeri-faşist diktatörlükleri işbaşına getirmiş, sosyalist ülkelerde karşı-devrimler tezgahlamış ve 1990’ların başında Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle birlikte zaferini ilan etmiştir.

 

Sosyalizme karşı savaşla eşzamanlı olarak neoliberal politikaları uygulamaya koyan sermaye, sağlık alanında toplumcu tıp uygulamalarına son vererek, tıbbı yeniden sermaye egemenliğine almıştır. Rakipsiz kalan kapitalist tıp, neoliberal politikalarla sağlığın hızla piyasalaştırılması ve sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi sayesinde serpilerek, egemenliğini pekiştirmiştir. Neoliberal politikaların sağlık alanında uygulanmasıyla toplum sağlığında kamusal sorumluluk azaltılmış, sağlık hizmeti pazarı genişletilmiş, devlet tarafından finanse edilen ulusal sağlık hizmetleri, sigortaya dayalı sağlık hizmetlerine dönüştürülmüş, tıbbi hizmetler özelleştirilmiş, hastalar müşterileştirilmiş, sağlıkta planlama piyasaya bırakılmış, bireyler kendi sağlıklarından sorumlu kılınmış ve sağlığın teşviki bireylerin davranışlarının değiştirilmesine indirgenmiştir.

 

Bu süreçte dikkat çeken bir olgu, biyomedikal ve genetik alanlarında yatırımların (hem kamuda, hem de özelde) arttırılması, tıbbi teknoloji ve ilaç sektörünün güçlendirilmesi olmuştur. Bu alana yapılan yatırımların vergilerle desteklenmesi, bir başka deyişle toplumun kaynaklarının tıbbi – sanayi komplekse aktarılması, bu alanlarda elde edilecek başarılarla sağlık sorunlarının çözüleceği şeklindeki ondokuzuncu yüzyıldan kalma “sihirli mermi” inancına dayanan biyomedikal yaklaşımla meşrulaştırılmıştır. İnsanlar tıbbi – sanayi kompleksin geliştireceği yeni teknolojiler ve ilaçlarla veya gen mühendisliğinin başarılarıyla sağlık sorunlarından kurtulacaklarına ve sağlıklı, uzun bir ömür yaşayacaklarına inandırılmışlardır.

 

Bir halk sağlığı sorunu olarak ilaç şirketleri

 

Sağlık sorunlarının çözümünde önemli bir yeri ve işlevi olan ilacın, kapitalist ilaç şirketlerinin elinde bir halk sağlığı sorunu haline gelmiş olması, ironi olmanın ötesinde bir trajedi haline gelmiştir. Günümüzde hastaları iyileştirmesi beklenen ilaçlar yüzünden milyonlarca insan sağlıklarını, kimileriyse yaşamlarını yitirmektedir. Kuşkusuz bunun suçlusu ilaç değil, ilacı kendi kar hırslarına alet eden kapitalist ilaç şirketleridir. İnsanların dertlerine deva olacak ilaçları birer zehir haline getirenler, insanların acı ve ıstıraplarını kendileri için bir kazanç kaynağına dönüştürmeye çalışanlardır.

 

İlaç sanayisindeki tekelleşme sürecini değerlendiren Yenen’e göre 1970’li yıllarda biyoloji ve teknolojideki gelişmeler, birçok sağlık sorununun biyolojik nedenlerinin açıklığa kavuşturulmasına ve birçok hastalık için tedavi edici etkisi olan moleküllerle, enfeksiyon hastalıklarından korunmayı sağlayan aşıların geliştirilmesine olanak sağlamıştır. Bu sayede gelişen ilaç sanayisinde 1970’li yıllarda tekelleşme hızlanmıştır. ABD’de 1980’de çıkartılan Bayh-Doyle ve 1984’de çıkartılan Hatch-Waxman yasalarıyla üniversitelerin araştırmalarından elde ettikleri ve uygulamaya sokulabilecek (piyasa malı haline getirilebilecek) sonuçlar (ilaçlar) endüstrinin kullanımına (pazarlanarak kar elde edilmesine) devredilirken, markalı ilaçların patent süreleri uzatılarak tekelleşme hakları güçlendirilmiştir.

 

1990’larda Dünya Ticaret Örgütü çatısı altında geliştirilen Çok Taraflı Yatırım Anlaşmaları (MAI) ve Fikri Mülkiyet Hakkı Yasaları (TRIPs) aracılığıyla ticaret ilişkileri tekeller lehine yeniden düzenlenmiştir. Ancak 1990’ların sonları, 2000’lerin başlarından itibaren yeni kapitalist krizlerin de etkisiyle ilaç şirketlerinin karlarında gerilemeler başlamıştır. Dünya Bankası’nın belirlediği politikalarla sağlık ödemelerinde kamusal pay geriletilmiş, bireylerin sağlıklarıyla ilgili ödemeleri sadece pazarın yasalarına bağlanmıştır. Böylece satıcı, aracı bir güç olmaksızın doğrudan müşterilerine, sağlamlara, hastalara ve hekimlere ulaşma ve malını istediği gibi pazarlama olanaklarına kavuşmuştur. Bu dönem yıllık satışı 1 milyar USD ve üstünde olan çok satan ilaçların (blockbuster drugs) patent sürelerinin de art arda bitmeye başladığı dönemdir. Bu dönem aynı zamanda, mevcut teknolojiyle yeni ilaçların üretilememesi gibi bir sorunun ortaya çıktığı bir dönemdir. Bu bağlamda genomiks, bilişim, kombinatoryal kimya ya da yüksek verimli tarama teknolojileri gibi yeni teknolojilerle de sonuç elde edilmesi zaman alacak gibi görünmektedir.

 

İlaç sanayisi için en büyük pazar ABD’dir ve satış gelirlerinin yaklaşık yarısı bu ülkeden sağlanmaktadır. Giderek, dünyadaki en büyük 10 ilaç tekelinin 6’sı bu ülkede yerleşiktir (Pfizer, Merck & Co., Johnson & Johnson, Bristol-Myers Squibb, Abbott ve Wyeth). Bunlara İngiltere’de yerleşik 2 (GlaxoSmithKline ve AstraZeneca), İsviçre’de bir (Novartis) ve Fransa’da bir (Aventis-Sanofi) şirket eşlik etmektedir. Yine bu 10 şirket dünyadaki ilaç satış gelirlerinin yaklaşık yarısını almaktadır. Tekeller karlarını korumak için yeni stratejiler geliştirmişlerdir:

 

·         çok satan ilaçlara ağırlık vermek

·         hemen yanıt alınan ilaçlar (antibiyotikler, aşılar gibi) yerine sürekli kullanılacak olan ilaçlara ağırlık vermek

·         varsıllar dünyasını da etkilemedikçe “yoksullar dünyasının” kullanacağı ilaçları ötelemek

·         ilaçların patent sürelerini uzatmakta saldırgan davranmak

·         fikri mülkiyet haklarını tüm dünyada yaygınlaştırmak

·         denetimi arttıracak yasaların çıkmasını önlemek ya da etkilerini azaltmak için ABD Kongre’siyle çok yakın çalışmak

·         satışları ve hisse değerlerini arttırmak için pazarlamaya ağırlık vermek ve tüketici talebini büyük ölçeklerde kışkırtmak için “tüketici eğitimi” zemininde doğrudan tüketiciye reklam yapmak

·         yaşlanmanın bir sonucu olan kaçınılmaz değişiklikler için ilaç kullanmayı öne çıkarmak

·         “yaşam tarzı hastalıkları” diye adlandırılan durumlara yoğunlaşmak (saç dökülmesi, şişmanlık, erektil disfonksiyon, irritabl bağırsak sendromu, irritabl erkek sendromu, acil üriner inkontinens, deride kırışıklık vb)

·         var olan hastalıklarda ilaçların kullanımını arttırmak ve/veya varolan hastalıkların ciddiyetini abartmak; normal sosyal davranışların yerine “sosyal fobi”, “kadın cinsel disfonksiyonu” gibi yeni hastalıklar icat etmek.

 

Artık endüstri onay süreçlerine doğrudan ya da dolaylı müdahil olabilmekte, hekimlik pratiğinde kullanılan klinik uygulama kılavuzlarının yazımına doğrudan katkıda bulunmakta, kullanıma girmiş ilaçların olumsuz etkilerini açığa çıkaran bilimsel yayınları baskılamakta, kendi finanse ettiği çalışmaları hayali yazarlara yazdırtmakta, dahası kamu sağlık harcamalarının hangi alanlara yapılacağına dair ekonomik analizlere doğrudan ya da dolaylı olarak katılmaktadır. İlaç tekelleri, kılavuzlar yanında birçok tıp kongresi ve eğitim toplantılarının doğrudan sponsoru olarak bu süreçlerin ideolojik şekillenmelerini sağlamaktadırlar. Dolayısıyla artık hekimler endüstrinin otorite nitelikli temsilcileri (ticari ajanları) konumuna gelmektedirler.

 

Bu gelişmeler giderek insanların sağlığını tehdit eder boyutlara ulaşmıştır. Kanadalı gazeteci Leigh Phillips “Büyük İlaç Şirketlerini Sosyalleştirin” başlıklı makalesinde, dünyanın en önemli özel ilaç şirketlerinin en büyük suçunun, ne yaptıkları değil, “ne yapmadıkları” olduğuna dikkat çekerek, bu firmaların, mikroplara ve enfeksiyonlara karşı süregelen mücadelede, düşmanın nesillerdir en acımasız saldırısını gerçekleştirmeye giriştiği en kritik zamanda insanları yalnız bıraktığını ifade etmiştir. Bu şirketlerin yaklaşık 30 yıldır antibiyotik araştırmalarını fiilen bıraktıklarını belirten Phillips, bu süreci ayrıntılı olarak irdelemiştir.

 

İlaç firmaları 1945 – 1968 yılları arasında 13 farklı antibiyotik ailesi üretmiş, fakat bu dönemden sonra sadece iki yeni antibiyotik ailesi kullanıma sunulmuş ve 1980’lere gelindiğinde, ilaç şirketleri öncelikli olarak antibiyotik geliştirmeye son vermişlerdir. Büyük ilaç firmalarının antibiyotikler alanından çekilme gerekçesi, yeni bir ilaç geliştirmenin yıllar alması ve yetkililerce onaylanan ajan başına 500 milyon ila 1 milyar dolar arasında maliyete neden olması ve dile getirmese de, antibiyotiklere yapılan yatırımın diğer tür ilaçlara göre çok daha düşük getirisinin olmasıdır. Milyonlarca insanın hayatlarının geri kalanında kullanmak zorunda olduğu, kalp hastalığı gibi kronik hastalıkların tedavisinde kullanılan ilaçlardan farklı olarak (bu ilaçlar iyileştirmez, yalnızca belirtileri baskılar), antibiyotikler genellikle birkaç hafta ya da en fazla bir aylık tedavi rejimlerinde uygulanır. Bu durum antibiyotikleri “kapitalizm için” cazip olmaktan çıkarmaktadır. Amerika Enfeksiyon Hastalıkları Derneği’nin 2008 yılında “seferberlik çağrısı” olarak yayınladığı bir makalede, “diğer ilaçlardan çok daha başarılı olan antibiyotiklerin, ilaç şirketleri ve girişimci kapitalistler için en az arzu edilir ilaçlar olduğu” ifade edilmiştir. Makale, ilaç geliştirmekte çıkarı güdüleyenin iyileştirici olma değil, tedavide uzun süre kullanılma olduğu sonucuna varmıştır.

 

Büyük ilaç firmalarının çoğu araştırma merkezlerini kapatmışlardır. 12 büyük küresel ilaç firmasının sadece 4’ü antibiyotik araştırmalarıyla ilgilenmektedir. Hükumetler sermaye gruplarının yeniden antibiyotik alanına dönmesi için ilaç şirketlerine “rüşvet” teklif etmektedir. ABD’de ilaç şirketlerine önerilen rüşvetler şunlardır:

 

·         kritik olarak gereksinim duyulan ilaçlar için vergi indirimleri ve öncelikli antibiyotiklerin geliştirilmesi için bağışlar

·         devlet tarafından önceden satın alma taahhütlerinin finanse edilmesi veya başka “pazarlar için söz verilmesi”

·         şirketin kendi seçeceği diğer ürünler için “transfer edilebilir öncelikli değerlendirme belgesi” verilmesi

·         Gıda ve İlaç İdaresi’nden (Gİİ) öncelikli bir antibiyotik için onay alma karşılığında Gİİ aracılığıyla işlerinin hızlandırılması hakkı

·         gerçekten yenilikçi olarak kabul edilen yeni ilaçlar için 25 veya 30 yıl uzamış patent süresi veya pazar ayrıcalığı.

 

“Joker patent süresi uzatmaları”, şirketlere ürettikleri başka bir ilaç için 6 aydan 2 yıla kadar patent süresini uzatma ödülü vermektedir. Phillips ilaç şirketlerine rüşvet önermek yerine, halk sağlığı için bir tehdit haline gelen özel ilaç sektörünün tamamen ortadan kaldırılması (kamulaştırılması) gerektiğini savunmaktadır.

 

Phillips, geçtiğimiz yıl içinde patlak veren ve binlerce insanın canını alması yanında küresel bir tehdit haline gelen Ebola salgınına ilişkin kaleme aldığı başka bir makalesinde, yine insanları enfeksiyon hastalıkları karşısında çaresiz bırakan ilaç şirketlerine dikkat çekmiştir. Yazara göre Ebola hastalığının 40 yıla yakın bir süredir biliniyor olmasına kaşın, büyük ilaç firmalarının bu konuda bir şey yapmamasının nedeni, Ebola için bir tedavi geliştirmenin maliyetinin yüksek, buna karşın tedaviden elde edilecek gelirin (karın) çok düşük olmasıdır (kapitalist üretim tarzının mantığı: kar yoksa üretim de yok).

 

Oysa geçen on yıl içinde Ebola tedavisine yönelik araştırmalarda muazzam ilerlemeler sağlanmıştır. Kamu sektörü veya kamudan büyük mali destek alan özel sektör şirketleri tarafından yapılan araştırmalarda nükleik asit tabanlı ürünler, antikor tedavileri ve bir dizi aşı (bunlardan beşi insan-dışı primatlarda başarıyla korunma sağlamış) geliştirilmiştir. Fakat salgının nadir görülmesi (30 – 40 yılda bir) ve göreli olarak (örneğin hipertansiyonla kıyaslandığında) az sayıda insanı etkilemesi nedeniyle, büyük ilaç şirketleri için Ebola ile ilgilenmek “karlı” değildir. İnsanların yaşamları boyunca yalnızca enfeksiyona yakalandıklarında birkaç kez kullanacakları bir ilaç için 870 milyon dolar (sermaye maliyeti hesaba katıldığında 1.8 milyar dolar) yatırım yapmanın sermaye için hiçbir anlamı yoktur; bu para diyabet veya kanser gibi hastaların genellikle yaşamları boyunca her gün almak zorunda olduğu yüksek karlı ilaçların geliştirilmesine yatırıldığında daha fazla kazanç getirmektedir. Oysa ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezine göre, ABD’de her yıl iki milyon insan antibiyotiklere dirençli bakterilere maruz kalmakta ve bunlardan 23 bini yaşamını yitirmektedir. 

 

Aynı durumu aşı geliştirme çalışmaları için de geçerlidir. İnsanların örneğin astım ilaçlarını veya insülini on yıllarca satın almak zorunda kalmasına karşın, aşıların bütün yaşam boyunca genellikle yalnızca birkaç kez satın alınması gerekmektedir. Bu nedenle birçok ilaç şirketi on yıllardır yalnızca aşılar üzerine araştırma yapmayı terk etmemişler, aşı üretmeyi de bırakmışlardır. Bugün ABD’de birçok çocukluk çağı aşısının kıtlığı çekilmektedir.

 

Hekim – eczacı ilişkisinin bozulması

 

İlaçların alınır-satılır bir mal (meta) haline gelmesiyle birlikte ilaç üretiminin endüstri tarafından ortalama insan standartlarına göre yapılmaya başlanması geleneksel hekim – eczacı ilişkilerine son vermiş ve bu alanda sanayi ve ticaretin kurallarının hakim olmasına neden olmuştur. Ali Nihat Babaoğlu ilaç alanında kapitalizmin yasalarının nasıl işlediğine ilişkin verdiği bir örnekte, bir ilacın 5 – 10 ve 20 miligramlık tablet formunun bulunabileceğini, fakat bunlardan 5 miligramlık formun yeterinde “kar” bırakmaması nedeniyle eczanelerin bu formu ellerinde bulundurmakta gönülsüz olabileceklerini ifade etmektedir. Bu durumda hekimin bu ilacın 5 miligramlık formunu reçete ettiği bir hastaya, “ellerinde kalmadığı” veya “piyasada bulunmadığı” ifade edilebilmekte ve hasta hekim ilişkisine güvensizlik gölgesi düşürülebilmektedir. Yine yaygın görülen bir hastalığın tedavisi için bulunmuş, hekimler tarafından uzun yıllar kullanılmış, hekimlerin etki ve yan etkileri konusunda çok iyi bilgi sahibi oldukları bir ilaç, sırf yeterli “kar bırakmadığı” için ilaç firmaları tarafından piyasadan çekilebilmekte ve bu ilacı yazmakta ısrar eden hekimler, hastalar gözünde modası geçmiş ilaçlar reçete eden “antika” hekimler konumuna düşebilmektedir.

 

Diğer yandan geçmişte bir ilacın tasarım aşamasından imalatına kadar araştırmalarla geçen 12 – 14 yıllık sürenin sermayenin talepleri doğrultusunda 4 – 5 yıla indirilmesi, hekimlerin bu süreçleri izleyebilmelerini güçleştirmiştir. Eskiden “piyasaya” sürülmeden önce “denekler” üzerinde denenen ilaçlar, günümüzde doğrudan “hastalar” üzerinde denenmektedir. Geçmişte bu çalışmalar büyük hastanelerde yapılırken, günümüzde çeşitli kıtalarda yer alan çok sayıda ülkedeki küçük hastanelere yayılmakta, böylece araştırmanın “bütünü” hekimlerin gözünden kaçırılmaktadır. Böylece araştırmanın “bütününe” yalnızca ilaç şirketi hakim olabilmekte ve hekimlere yalnızca kendi çıkarına uygun bilgileri verebilmektedir. Bu süreçlerde gizlenen olumsuz sonuçlar, ilaç “piyasaya” verildikten bir süre sonra kendisini gösterdiğinde ilaç “piyasadan” çekilmekte, fakat bu durum birçok yaşama mal olabilmektedir. Oysa tıbbi araştırmaların üç aşamada yürütülmesi gerekir. Birinci aşamada ilaçların etkileri “canlı dışı” ortamlarda gözlenmeli ve olumlu veriler elde edildiğinde ikinci aşamaya geçilerek hayvan deneyleri yapılmalıdır. Hayvan deneylerinden de olumlu sonuçlar alınması halinde klinik araştırmalar başlatılmalıdır. 

 

Alternatif bir ilaç politikası

 

Günümüzde kapitalist tıp karşısında toplumcu alternatifin en önemli temsilcisi Küba’dır. Başta Venezuela olmak üzere sağlıkta toplumcu alternatifi benimseyen ve kendi ülkelerinde sağlığı kapitalizmin boyunduruğundan kurtarma çabası içinde olan bir dizi ülke de vardır. Küba’nın enternasyonalist dayanışma çerçevesinde yaptığı yardımlarla kendi sağlık sistemlerini kurma çabası içinde olan bu ülkelerde sağlık alanında oldukça başarılı sonuçlar elde edilmektedir.

 

Küba’nın sağlık sistemi Michael Moore’un Sicko isimli dokümanter filmiyle popüler olmuştur. Dünya’nın en zengin ülkesi olan ABD’de gereksindikleri sağlık hizmetlerine ve ilaçlara erişemeyen Amerikalılarla, gereksindikleri bütün sağlık hizmetlerine ücretsiz olarak erişebilen Kübalıların durumumun karşılaştırıldığı bu dokümanterde, Kübalıların ilaçlara kamusal sübvansiyon sayesinde oldukça düşük fiyatlar karşılığında erişebildikleri gözlenmektedir.

 

1959 devriminden önce Küba ilaç endüstrisinin belkemiğini Pfizer, Squibb, Abbot ve Schering gibi çok uluslu şirketlerin denetimindeki özel sermaye grupları oluşturmaktadır. Neredeyse tümü ABD kökenli olan yabancı ilaç işletmeleri, pazarın yüzde 70’ini kontrol etmektedir. Küba’nın sayıları 110 kadar olan küçük “yerli” ilaç işletmeleri ise pazarda yüzde 30’luk bir paya sahiptir. Küba’nın yerli ilaç işletmelerinin bir kısmı “dürüst” bir üretim içindeyken, halkın “chiveros” olarak adlandırdığı seyyar satıcılar, toplum sağlığını tehdit eden bir faaliyet içindedir.

 

1959 devrimiyle önce ülkede faaliyet gösteren Kuzey Amerika kökenli ilaç şirketleri, daha sonra yerli ilaç sanayi kamulaştırılmıştır. Kendi “ulusal” ilaç sanayisini kuran Küba’da ülkenin ilaç gereksinimini karşılama sorumluluğu Kamu Sağlığı Bakanlığı’na devredilmiştir ve böylece Küba’da ilaç sanayisinin kamulaştırılması süreci 1965 yılında tamamlanmıştır. Kamulaştırılan şirketler arasından malzemeleri, tesisleri ve personeli bünyesinde toplayarak maliyetlerin düşmesini ve etkinliğin artmasını sağlayan 14 şirket seçilmiş ve diğer küçük şirketler bunlara bağlanmıştır.

 

1970 yılından itibaren bu alana yapılan yatırımlar (Küba’da GSMH’nın yüzde 15’i eğitim ve sağlığa harcanmaktadır), üretim hatlarının uyumlu hale getirilmesi amacıyla, üretim kapasitesinin tek merkezde toplanarak arttırılmasını, üretim süreçlerinin ve yöntemlerinin geliştirilmesini, bu yolla ulusal gereksinimlerin kendi başına en iyi şekilde karşılanmasını sağlamıştır.

 

Bu dönemde Küba’da ilaç sanayi, ülkede kendi kimya sanayisi bulunmadığından, temel hammaddeler için dışa (ithalata) bağımlı durumdadır. İlaç sanayi ülkede kullanılan binden fazla ilaçtan ancak 87’sini kendisi üretebilmektedir. Yerli ilaç sanayi için öz hammadde üretiminin kurulmasını öncelikli hedefleri arasına koyan Küba, biyoteknoloji alanına önemli yatırımlar yapmaktadır. Toplumun ilaç gereksinimlerinin “piyasaya” göre değil, bilimsel ölçütlere göre belirlendiği Küba’da, hiçbir zaman ilaç sıkıntısı yaşanmamakta, aksine Küba enternasyonalist dayanışma çerçevesinde dünyanın birçok ülkesine aşı ve ilaç yardımları yapabilmektedir.

 

Özetlemek gerekirse Küba’nın ilaç politikası üç sacayağı üzerine oturmaktadır: ilaç gereksinimlerinin bilimsel ölçütlere göre belirlenmesi, bu gereksinimlere karşılık gelen bir üretim ve ilaçların akılcı kullanımı.

 

1981 yılından itibaren Küba ilaç sanayi, biyoteknoloji alanında büyük atılımlar yapmaya başlamış ve interferon üretimine girişmiştir. Sadece gelişmiş kapitalist ülkelerin sahip olduğu bu teknolojiyi kendi olanaklarıyla geliştirmeyi başaran Küba, kanser tedavisinde kullanılabilecek ilaçların geliştirilmesi konusunda önemli adımlar atmıştır. Genetik manipülasyon yoluyla interferon üretmeyi başaran Küba, günümüzde dünyanın ikinci büyük interferon üreticisidir.

 

1986 yılında Küba’da Genetik ve Biyoteknoloji Merkezi kurulmuştur. Biyoteknoloji ve genetik manipülasyon arasında ulaşılan bilgi birikimi, yeni aşı ve ilaçlarının üretimini ve çok gelişmiş tanı sistemlerinin geliştirilmesine olanak vermiştir. Küba’da 1992 yılından beri bütün çocuklara aralarında Menenjit B ve C aşılarının da bulunduğu 13 aşı ile geniş bir bağışıklama programı uygulanmaktadır.        

 

1990’larda Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle birlikte dünyada yalnızlaştırılmaya çalışılan Küba, ABD ambargosu yüzünden oldukça zor yıllar yaşamıştır. Kübalılar “Özel Dönem” olarak adlandırdıkları bu yıllarda, ABD ambargosu gıda ve ilaç ürünlerini de kapsadığından, Küba devrimden sonra ilk kez ciddi sağlık sorunlarıyla karşılaşmışlardır. Amerikan firmalarının yabancı ortaklarının Küba’yla ticaret yapmasını yasaklayan ve Küba limanlarına yanaşan ticaret gemilerinin, Küba’dan ayrıldıktan sonra 6 ay Amerikan pazarına girişini önleyen (daha sonra 1992 Küba Demokrasi Akdi ile sertleştirilen) ambargo nedeniyle bazı besin maddelerine ve tıbbi ürünlere ulaşmada sıkıntılar yaşanmıştır. Ancak küçük bir ülke olmasına karşı Küba, yürüttüğü sosyal tıp projelerinin sonucunda ülke olanaklarını geliştirerek yurt dışından elde edemediği ürünlerini kendi üretir ve tıp teknolojisi alanında dünya ölçeğinde yenilikler yapan bir ülke olmayı başarmış durumdadır.

 

Dünya Sağlık Örgütü 2010 yılında Afrika’nın menenjit salgını riski altında bulunduğunu açıklaması üzerine Küba ve Brezilya, tip B meningokok bakterisini etkili bir şekilde nötralize eden bir aşıdan 50 milyon doz üretebilecek bir kapasiteye sahip durumda olduğunu bildirdi. Kübalı bilim insanları aşıyı Havana’daki Finlay enstitüsünde geliştirdikten sonra, Brezilya, Küba ile ortak bir yatırımla 2007 yılında faaliyete geçen yüksek kapasiteli bir üretim tesisi kurmuş ve çok geçmeden geri bıraktırılmış ülkelerdeki salgın tehditlerini karşılama kapasitesine ulaşmışlardır.

 

Havana yakınlarındaki Küba Moleküler İmmünoloji Merkezi, aralarında Nimotuzumab’ın da bulunduğu kansere karşı ümit veren çok sayıda ilaç geliştirmiş durumdadır. Genetik Mühendisliği ve Biyoteknoloji Merkezi başka birçok başarısı yanında Hepatit B aşısını da üretmeyi başarmıştır. 2006 yılında 40 ülkeye üç ilaç satan Küba, 2007 yılında 180 ilaç ihraç etmiştir. Günümüzde Küba 1.200’ün üzerinde biyoteknoloji ürününe sahiptir ve 2008 yılında bu alanda 340 milyon ABD dolarını aşan bir dışsatım gerçekleştirmiştir.


Akif Akalın

 

KAYNAKLAR

Akalın, MA. (2010). Toplumcu Tıp: Sovyetler Birliği Deneyimi. İstanbul: Yazılama.

Akalın, MA. (2012). Sosyalleştirmenin İdeolojisi. Ankara: TTB Yayınları (Türkiye’de Sosyalleştirmenin 50 Yılı – Füsun Sayek TTB Raporları / Kitapları – 2011 içinde, Sayfa: 19 – 27).

Akalın, MA. (2013). Toplumcu Tıbba Giriş. İstanbul: Yazılama.

Akgün, D. (2014). Kapitalizm Hasta Eder: Toplumcu Tıp. Ankara: Notabene.

Aksakoğlu, G. ve Giray, H. (2006). Birleşik Krallık’ta Ulusal Sağlık Hizmetinin Öyküsü. Toplum ve Hekim, 21: 335 – 343.

Applbaum, K. (2011). Sağlıkta küresel pazarlama: İlaç entrikaları. (Panitch L, Leys C. (Ed).  Kapitalizmde Sağlık – Sağlıksızlık Semptomları. İstanbul: Yordam Kitap içinde S: 98 – 118).

Babaoğlu, AN. (2007). Yeni yeni hastalıklar nereden çıkıyor? Bilim ve Ütopya, 153(13): 9 – 14.

Belek, İ. ve ark. (1998). Sınıfsız Toplum Yolunda Türkiye İçin Sağlık Tezi. 2. Baskı. İstanbul: Sorun.

Belek, İ. (2002). Küba’da Sağlık, Sosyalizmin Başarısı. Nazım Kültürevi Kitaplığı.

Brouwer, S. (2012). Devrimci Doktorlar. Çev. Levent Aydeniz. Ankara: Notabene.

Chaufan, C. (2014). Unraveling the “Cuban miracle”: A conversation with Dr. Enrique Beldarrain Chaple. Social Medicine, 8(2): 93 – 98.

Conrad, P. (2007). The medicalization of society: on the transformation of human conditions into treatable disorders. Baltimore: The Johns Hopkins University Press.

Cooper, RS., Kennelly, JF., Ordunez-Garcia, P. (2012). Health in Cuba. International Journal of Epidemiology, 25: 817 – 824.

de Camargo Jr, KR. (2013). Medicalization, pharmaceuticalization, and health imperialism. Cad. Saúde Pública, Rio de Janeiro, 29(5): 844 – 846.

Duppen, DV. (2007). Küba’da ilaç politikası: Gereksinimlere dayalı bir planlama örneği. Çev: Efe Can Gürcan ve Cem İsmail Savaş. Bilim ve Ütopya, 153(13): 24 – 25.  

Katırcıoğlu, SF. (2007). Bireysel hastalık salgınları. Bilim ve Ütopya, 153(13): 15 – 18.  

Mooney, G. (2014). Ulusların Sağlığı: Yeni Bir Ekonomi Politiğe Doğru. (Çev. Cem Terzi). İstanbul: Yordam.

Panitch, L. ve Leys C. (2011). Kapitalizmde Sağlık, Sağlıksızlık Semptomları. İstanbul: Yordam.

Phillips, L. (2013). Socialize Big Pharma. Jacobin Magazine, 29.06.2013.

Phillips, L. (2014). The Political Economy of Ebola. Jacobin Magazine. 13.08.2014.

Safaei, J. (2014). Social policy as social vaccine. Social Medicine, 8(1): 11 – 22.

Sezgin, D. (2011). Tıbbileştirilen Yaşam Bireysel Yaşam. İstanbul: Ayrıntı.

‘t Hoen, E. (2002). TRIPS, pharmaceutical patents, and access to essential medicines: a long way from Seattle to Doha. Chicago Journal of International Law, 3(1): 27 – 46.

Türkmen, HÖ. (2014). Hekim-Hasta İlişkisinde Haklar ve Sorumluluklar. Toraks Cerrahisi Bülteni, 5(1): 1 – 13.

Welch, G., Schwartz, LM., Woloshin, S. (2013). Aşırı Teşhis. (Çev. Akif Akalın). İstanbul: İnsev.

Yenen, OŞ. (2007).  Hastalık icadı ya da ilaç pazarının genişletilmesi. Bilim ve Ütopya, 153(13): 4 – 8. 

Williams, SJ., Gabe, J., Davis, P. (2008). The sociology of pharmaceuticals: progress and prospects. Sociology of Health and Illness, 30: 813 – 824.

Williams, SJ., Martin, P., Gabe, J. (2011). The pharmaceuticalisation of society? A framework for analysis. Sociology of Health and Illness, 33: 710 – 725. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder