Translate

20 Aralık 2023 Çarşamba

Kapitalojen hastalık: Kapitalizm hastalıkları

 


Geçtiğimiz günlerde British Medical Journal - Global Health dergisinin online nüshasında Guddi Singh ve Jason Hickel imzasıyla “Capitalogenic disease: social determinants in focus” başlıklı bir editoryal yayınlandı. Makalede kapitalizmin insanları nasıl hasta ettiği, hastalıklarını sürdürdüğü ve sağlıkta eşitsizlikler yarattığı anlatılıyor.


Şüphesiz kapitalizmin insanları nasıl hasta ettiği Friedrich Engels’in “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu” başlıklı kitabını okuyanlar için sır değil. Engels günümüzden 178 yıl önce emekçiler arasında yaygın olan hastalıkların ve vakitsiz ölümlerin nedenlerinin yoksulluk veya kötü çalışma ve yaşam koşullarında değil, bunlara da neden olan üretimin kapitalist örgütlenmesinde ve sosyal çevrede aranması gerektiğini söylüyordu.


Birkaç yıl sonra Engels’in ifadelerini tıbba tercüme eden Rudolf Virchow da, işçilerin ve emekçilerin yaşam koşullarının, kötü barınma ve beslenme koşullarının onları hastalıklara “daha yatkın” hale getirdiğini, diğer bir deyişle hastalıkların oluşması ve gelişmesi için “yeterli” koşulu yarattığını savunmuştu.


Yazarların makalelerinde Engels ve Virchow’a hiçbir atıf yapmadan, iddialarını günümüzde yeniden dünyanın en prestijli dergilerinden birinde gündeme taşımaları “ahlaki” yönden tartışılabilir, fakat makalenin sağlık sorunlarının kökeninde kapitalist üretim tarzını araması takdire değer.

 

KAPİTALİZM NEDİR?


Yazarlar bize “kapitalojen” hastalık kavramından önce “kapitalizm” sözcüğünün ne anlama geldiğini açıklamışlar. Bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum, çünkü günümüzde yüksek öğrenim görmüş, yüksek lisans / doktora yapmış insanlar dahi “kapitalizm” sözcüğünden çok farklı şeyler anlıyorlar. Yazarlar da genellikle insanların kapitalizmin bir iş, pazar veya ticaret sistemi olduğunu düşündüğünü, oysa bunların kapitalizm öncesinde de var olduğunu söyleyerek, kapitalizmin veya kapitalist üretim tarzının ayırt edici özelliklerini sıralıyorlar:


1. Kapitalizm demokratik bir üretim tarzı değildir. Kapitalist üretimde ne üretileceğine ve artığın nasıl dağıtılacağına, yatırım yapılabilir varlıkların çoğunu kontrol eden ve şirketlerin yöneticilerini belirleyen sermayedarlar karar verir.


2. Kapitalist sistemde üretimin amacı insanların gereksinimlerini karşılamak veya toplumsal fayda değil, büyümeyi, kârı ve sermaye birikimini azamileştirmektir.


3. Kapitalizm doğası gereği sömürücüdür. Odağına kârı ve sermaye birikimini alan kapitalist düzende sürekli olarak maliyetleri “ucuzlatma” yönünde bir baskı vardır. Bu nedenle kapitalistler ücretleri ve kaynakların fiyatlarını daima baskı altında tutarlarken, sosyal ve ekolojik hasarı dışsallaştırırlar.


Yazarlar kapitalizmin her zaman birikimin “merkezde” olduğu, üretim için gerekli emek, enerji ve materyalin “çevreden” sağlandığı bir dünya sistemi olduğunu belirtiyorlar. Bunu ilk zamanlarda doğrudan, klasik sömürgecilikle yapan kapitalizm, günümüzde merkez ile çevre arasında eşitsiz işleyen uluslararası ticaret ve meta zincirleri üzerinden yapıyor.


KAPİTALOJEN KAVRAMI


Yazarlar “kapitalojen” kavramını, Binghamton Üniversitesi’nde çevre tarihçisi ve tarihsel coğrafyacı Jason W. Moore’dan ödünç almışlar. Moore “kapitalojen” kavramı ile günümüzde yaşanan ekolojik krizin basitçe bir doğal olgu veya jenerik insan etkinliğinin neden olduğu bir sorun olmadığını, aksine kapitalist üretim tarzı ve sermaye birikimi süreci tarafından üretildiğini ifade ediyor.


Singh ve Hickel da kapitalojen kavramını, sağlıksızlığın ve sağlıkta eşitsizliklerin kapitalist üretim tarzı ve sermaye birikimi süreci tarafından üretildiğini ifade etmek için kullanıyor ve bunların hastalıklara nasıl yol açtığını, insanları hastalıklar karşısında nasıl savunmasız bıraktığını örneklerle gösteriyorlar.


KAPİTALİZM HASTALIKLARA NASIL YOL AÇIYOR?


Bugün işlenmiş gıda şirketlerinin büyümek ve kârlarını azamileştirmek için geçmişte tütün şirketlerinin kullandıkları saldırgan pazarlama teknikleri kullandıklarını, ürünlerinin başta diyabet olmak üzere metabolik hastalıklara yol açtığı bilinmesine rağmen, lobi faaliyetleriyle hükumetlerin halkın sağlığını koruyacak tedbirler almasını engellediklerini belirtiyorlar.


Aşılar ve ilaçlar üzerindeki patent korumasının geçmişte AIDS ve en son COVID 19 örneklerinde de yaşandığı gibi insanları hastalıklar karşısında savunmasız bıraktığını ve milyonlarca insanın kolayca önlenebileceği halde ölmesine neden olduğunu söylüyorlar. Yine ilaç şirketlerinin tropikal hastalıkların tedavisine yönelik ilaçları üretmeyi kârlı görmediklerini, bütün çabalarını azami kâr umdukları alanlara yönelttiklerini ifade eden yazarlar, kolayca tedavi edilebilecek tropikal hastalıklar nedeniyle her yıl yoksul Güney yarı-kürede 1 milyon insanın yaşamını yitirdiğini belirtiyorlar.


Ülkelerin yurttaşlarının besleyici gıdalara erişimini sağlamaları için büyük kaynaklar gerekmediğini, birçok ülkenin yurttaşlarını kendi olanaklarıyla besleyebilme kapasitesine sahip olduğunu savunan yazarlar, bunun kapitalizmin gıdayı metalaştırması ve gıda üretimini kâr amacıyla örgütlemesi nedeniyle gerçekleşemediğini ifade ediyorlar.


Bugün dünyada 2 milyardan fazla insanın uygun barınma olanaklarından, 3,5 milyar insanın güvenli sanitasyon hizmetlerinden ve 5 milyar insanın temel sağlık hizmetlerine erişimden yoksun olmasının nedeninin de yine bu hizmetlerin metalaştırılması veya özelleştirilmesi olduğunu belirtiyorlar.


Benzer şekilde sermaye için işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirleri bir maliyet ögesi olmaktan öte bir anlam ifade etmiyor. Şirketler iş süreçlerini işçiden belirli bir zaman içinde en yüksek verimi alabilecekleri şekilde örgütlerken, bunun sağlık sonuçlarını önemsemiyorlar. Bu durum sermayenin gereksindiği ham maddeleri olası en ucuz yoldan sağlama dürtüsüyle doğayı yağmalamaktan kaçınmamasına benziyor. 

 


 

KAPİTALİSTLER DEĞİL KAPİTALİZM


Yukarıda örneklenen ticari davranışlar birçok insanın düşündüğü gibi açgözlü, doymak bilmez kapitalistlerin aşırı kâr hırsı nedeniyle gerçekleşmiyor. Kapitalistlerin ticari davranışları, sermaye birikiminin hedefleri etrafında örgütleniyor.


Dolayısıyla sorun kapitalistlerde değil, bizzat kapitalist üretim tarzında, yani üretimin insanların gereksinimlerini karşılamak ve toplumsal fayda için değil, kâr amacıyla yapılmasında. Kapitalist bu amaca erişebilmek için sürekli büyümek zorunda olduğunu biliyor. Yani büyüme kapitalist toplumda bir tercih değil, “yaşamsal” bir zorunluluk. Büyüyemeyen ayakta kalamıyor, piyasadan siliniyor.


Kapitalist, piyasadaki diğer kapitalistlerle rekabet edebilmek için sürekli maliyetlerini aşağıya çekmek zorunda. Kapitalistin maliyetlerini asgarileştirmek için başvurduğu yöntemler işçilerin sağlığına ve doğaya zarar veriyor.


Sorunun kapitalistler değil, kapitalizm olduğunu, Rudof Virchow’un 1848 yılında yayınladığı Yukarı Silezya Tifüs Salgını Raporu’nda çok açık bir şekilde görürüz.


Virchow tifüs salgınının nedenlerini değerlendirirken Yukarı Silezya madenlerindeki işçilerin ve emekçilerin yaşam koşullarının, kötü barınma ve beslenme koşullarının onları hastalıklara “daha yatkın” hale getirdiğini, diğer bir deyişle hastalıkların oluşması ve gelişmesi için “yeterli” koşulu yarattığını ifade ediyor.


Ancak Virchow bölgede bir daha bu tür salgınların ortaya çıkmaması için alınması gereken tedbirleri işçilerin koşullarının iyileştirilmesiyle sınırlamıyor, bu koşulları ortaya çıkartan nedenlere veya “nedenlerin nedenlerine” hitap ediyor: “Sınırsız demokrasi, karar yetkisinin yerele bırakılması, herkese eğitim, kilisenin devlet işlerinden uzaklaştırılması, vergi ve tarım reformu, endüstriyel kalkınma…”.


Çünkü Yukarı Silezya madenlerindeki işçilerin ve emekçilerin yaşam koşullarının, kötü barınma ve beslenme koşullarının nedeni sosyal ve ekonomik düzendir. Bu düzen değiştirilmeden koşulların iyileştirilmesi olanaksızdır.


HA ALİ VELİ, HA VELİ ALİ Mİ?


Yazarlar dilin / sözcüklerin hastalıkları anlamakta ve anlamlandırmaktaki öneminin altını çiziyorlar ve “kapitalojen hastalık” kavramının sağlığın sosyal belirleyicilerini daha kesin bir etyoloji ve patogenez ile anlaşılmasını sağlayacağını söylüyorlar. Kapitalojen hastalık kavramının çeşitli sağlık krizlerinin nasıl oluştuğunu ve birbirleriyle nasıl bağlantılı olduklarını anlamamıza ve bize bu krizlere yanıt vermekte yardımcı olacağını ifade ediyorlar.


Gerçekten de Dünya Sağlık Örgütü Sağlığın Sosyal Belirleyicileri Komisyonu tarafından tanımlanan sosyal belirleyiciler, genel olarak insanların doğduğu, büyüdüğü, yaşadığı, çalıştığı ve yaşlandığı koşullar olarak tanımlanıyor, fakat bu “koşulları” nelerin belirlediğini eksik bırakıyor. Vicente Navarro DSÖ’nün bu tutumuyla “cinayeti” tarif ettiğini, fakat “katili” göstermekten kaçındığını belirterek, güç kategorilerini (sosyal sınıf, toplumsal cinsiyet, etnisite vb) ve politik kurumlarda gücün nasıl üretildiğini ve yeniden üretildiğini tartışmaktan kaçındığını söylüyordu.


Nedenlerin nedenlerine inilmemesi birçoklarında sağlığın sosyal belirleyicilerine hitap etmenin, sağlığı iyileştirmek için yeterli olacağı yanılgısı yaratıyor. Oysa “insanların doğduğu, büyüdüğü, yaşadığı, çalıştığı ve yaşlandığı koşullar”, yaşadıkları ülkenin üretim tarzı ve üretim ilişkileri tarafından belirleniyor. Dolayısıyla ülkenin üretim tarzı ve üretim ilişkilerine hitap etmeden, bunların belirlediği “koşulları” iyileştirebilmek olanaksız.


Bu nedenle “kapitalojen hastalık” kavramı, sorunların kaynağında kapitalist üretim tarzının bulunduğunun gösterilmesinde büyük önem taşıyor. Tıpta “teşhis tedavinin yarısıdır” şeklinde bir deyiş vardır. Hastalıklara yol açanın kapitalizm olduğunun teşhis edilmesi, tedaviye yol gösteriyor ve olanaklı hale getiriyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder